Uluslararası bir sistemde ‘’güç’’ mefhumu eskiden Morgenthau’nun da belirttiği gibi coğrafya, doğal kaynaklar, endüstriyel kapasite, ulusal moral ve ulusal karakter gibi unsurlardan oluşuyordu. Lakin, devletin bu unsurlara sahip olması eski uluslararası sistemde yeterli görülse bile, günümüz sisteminde bu etmenlerin güç olarak tanımlanabilmesi için bu saydığımız unsurların diğer ülke ve ülkelerin davranışları üzerinde tesir edebilecek şekilde olmalı, yani devlet bunları siyasal amaçları doğrultusunda kullanabilmelidir. Bu sebepten dolayı devletlerin ‘’Dördüncü Gücü’’ olarak da bilinen kitle haberleşme araçlarının öneminin günümüzde gittikçe attığını söyleyebiliriz. Çünkü özellikle 1990’larda Sovyetlerin dağılmasıyla birlikte güç kazanan Batı ve Amerikan eksenli liberalizm ve neoliberalizm akımlarının tesiriyle atomlaşan bireyler zamanla çağdaş toplum içerisinde birbirinden kopuk parçalara dönüşmüşlerdir. Bu nedenle de bireyler medya gibi güçlerin karşısında daha kolay etkilenebilir bir pozisyona düşmüşlerdir,dolayısıyla da kitle iletişim araçlarının tesirine karşı çok daha korumasızdır.Buraya kadar yapmış olduğumuz analizden de anlaşılacağı gibi eskilerin ‘’kaba gücü’’ yerini artık ‘’ılıca güce’’ bırakmıştır. ABD eski dışişleri bakanlarından Madeleine Albright’ın ‘’CNN Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin onaltıncı üyesidir.’’ sözü medyanın uluslararası politika da önemli bir güç unsuru olduğunu ifade ederken aynı zamanda yukarıda yapmış olduğumuz analizi doğrulamaktadır.
Küreselleşme sürecinin getirdiği teknolojik gelişmeler, kamuoyunu yönlendiren ve rıza üreten kitle haberleşme araçlarının önemini arttırmaktadır. Kitle iletişim araçlarının toplum ve siyaset üzerindeki etkisini, Amerikalı siyaset bilimci Richard Fagen’in verdiği şu örnek çarpıcı bir biçimde açıklamıştır. ‘’Eğer 2 bin kişiyi kitle iletişim araçlarında kilit noktalara yerleştirebilecek bir düzenbazlık şebekesi kurabilme imkanı olsa, Amerika’nın tümünü ve dünyanın büyük kısmını ABD Başkanının öldüğüne inandırmak içten bile değildir.’’ Medya kamuoyunu yönlendiren çok önemli bir güç haline geldikçe, medyayı da yönlendirmek isteyen başka güçler ortaya çıkmaktadır ki bu güçlerin başında siyaset gelir. Özellikle siyasi liderler medyayı kendi tekellerinde tutmaya çalışır. Bu noktaya ise, İkinci Dünya Savaşı döneminde medyanın yıkıcı gücünü fark eden Adolf Hitler liderliğindeki Nazi Partisi’nin Alman medyasının neredeyse tamamını tirajlar göz önüne alınırsa toplamda %96’sını kendi emelleri doğrultusunda kullanması ve yönlendirmesi, yaptığımız tespite ışık tutmaktadır. Aslında çoğu zaman rıza mekanizması olarak da nitelendirebileceğimiz medya, siyasal iktidarların istikrar sağlamasına olanak sağlamaktadır. Muhakkak ki böyle bir güce herkes sahip olmak ister, fakat herkes sahip olamaz. Gerek ülkeler içerisinde gerek ise uluslararası arenada medya gücüne sahip olmada tekelleşmeler meydana gelmiştir. Gelişen teknolojinin gereği böyle bir girişim her geçen gün daha pahalı olmaktadır. Georges Burdeau’nun ‘’Sermayesi olanlar düşünceleri seçebilirler, ama düşünceler sermaye bulamazlar.’’ sözü yaptığımız tespiti doğrulamaktadır. Medyayı para ile yönlendirmek veya denetlemek de tarih boyunca sürekli denenmiştir. Örneğin; II.Abdulhamit’in hakkında olumsuz yazı yazılmasını engellemek maksadıyla Paris’te yayımlanan 17 gazeteye el altından para dağıtmıştır. Ülke içerisinde devlet zoru ile sağladığını, uluslararası ortamda para gücü ile sağlamıştır.
Örneklerle konuya biraz ışık tutmak gerekirse, ilk olarak 1955-1965 Vietnam savaşı sırasında savaş alanında olup biten tüm olumsuzlukları medya vasıtasıyla uluslararası sisteme ve ABD kamuoyuna yansıması sonucunda yükselen tepkiyle karşılaşan ABD yönetiminin bu savaşı gerekli gösterme politikasının inandırıcılığının sorgulanmasına ve artan tepkiler üzerine ABD’nin kuvvetlerini Vietnam’dan çekmek zorunda kalmasına sebep olmuştur.
Diğer bir örneğe bakacak olursak, Soğuk Savaş sırasındaki ‘’Radio Free Europe’’ radyosu, gelişmeler hakkında yeterli bilgiye ulaşması engellenen Doğu Bloku ülkelerinin halkına ‘’tarafsız’’ haber alma gibi en temel demokratik hakkını sunma bahanesiyle ABD senatosu tarafından kurulmuştur ve bu radyonun Doğu Bloku’nun içten çökertilmesinde ki payı görmezden gelinemez.
Günümüze doğru yaklaştıkça yine bu hususta başka bir örnek göze çarpmaktadır. Arap Baharı, kimisi buna sosyal medya devrimi de demektedir ki, söylemlerinde haklılardır.Tabiki de sosyal medya başlı başına Arap Baharı’nı yöneten bir güç olmamıştır ancak sosyal medya olmasa belki pek de organize olamayan küçük çaplı gösteriler olarak kalacak, uluslararası sistemde büyük bir yankı uyandırmayacaktı. Diğer bir deyişle, sosyal medya Arap Baharı’nın harekete geçiricisi ve tamamlayıcısı işlevini görmüştür.
Genel olarak baktığımızda, küreselleşmeyle beraber kamuoyunu ikna eden ve rıza imal eden kitle haberleşme araçlarının önemi hızla artmaktadır. Bu artışa duyarsız kalmayan diğer güçler –ki bunlar genellikle siyasiler oluyor- bu güce sahip olmak istemektedir.Çünkü fazla kompleks bir yapıya sahip olan kamuoyuna nüfuz edebilmenin en etkili yolu, medyayı kendi çıkarları doğrultusunda kullanmaktan çeker. Önceden de belirttiğimiz gibi, medyayı yönlendirmek ve kontrol etmek isteyen kurumların başında siyaset gelir.Siyasal iktidarlar, medya gücünü ellerinde tutmaya çalışırlar, çünkü medya siyasi iktidarların gerek devlet içi gerek ise uluslararası alanda yaptıkları fiilleri meşrulaştırabilecek bir meşruiyet makinesi işlevi görebilmektedir.Gerek devlet içi, gerek ise uluslararası sistemde fiziksel güç ile rıza mefhumunun dengesini koruması açısından medya son derece önemli bir rol oynamaktadır.
0 yorum:
Yorum Gönder