18 Şubat 2016 Perşembe

Başkanlık Sistemi ve Türkiye


          Bugün Türkiye ‘başkanlık sistemi’ni tartışıyor. Reis-i cumhurluk makamına halkın reyi ile oturmuş, yani ‘seçilmiş’ Recep Tayyip Erdoğan, ‘terleyen Cumhurbaşkanı’ ifadesi ile böyle bir münakaşanın zuhurunun ilk sinyallerini vermişti. Aslında, evvelden beri Adalet ve Kalkınma Partisi’nin lider kadrosunda böyle bir meyil olduğu da aşikârdı. İslâmcılıktan, kendi deyimiyle muhafazakâr-demokratlığa evrilmiş bir parti hüviyetindeki AKP, ‘Millî Görüş gömleğini çıkarmak sûretiyle’ sesini herkese duyurmaya çalışırken, İslâmcılığını da dönüştürmüş ve yumuşak ‘İslâm Medeniyeti’ söyleminin içerisine yerleştirmişti. Merhum Necib Fazıl’ın yetiştirdiği bu gençler, ‘Başyücelik Devleti’ adındaki sufî, sünnî ve federatif bir İslâm devleti hayalinden vazgeçmiş durumdalar; şuanda da laikliği sadece kurumsal manada ele alan merkezî ve otoriter bir devlet aşkıyla yanıp tutuşuyorlar. Bunun adı da ‘Yeni Türkiye’. Yani AKP, kendisini meydana getiren dinamiklerden de büyük oranda uzaklaşarak, bir anlamda mankurtlaşmış, garip bir tabanı olan, belirli bir elit takımının kişisel hırsları ekseninde siyaset eden bir parti haline gelmiştir. Yeni Türkiye dedikleri de, bu partinin malum elit takımının hırslarının bir neticesi ve tezahürüdür. Yoksa ortaya konmuş bir vizyon değildir.
          Peki, başkanlık sistemi tartışması niçin ortaya atıldı ve böyle bir şey olursa getirip götürecekleri şeyler neler, yazımızın mevzuu bu olmalı. Kanaatimce, Türkiye 2007’deki anayasa değişikliğinden beri bu sürecin içerisinde. Mezkûr değişiklik, cumhurbaşkanlık makamını parlamenter sistemin ruhuyla bağdaşmayacak şekilde, ‘seçilmiş’, dolayısıyla bu mahiyetle beraber, ‘sorumlu’ kıldı. Zaten darbe anayasasının Kenan Evren’den beri reis-i cumhurlara verdiği, parlamenter sistemlere göre olağanüstü salâhiyetle bu ‘seçilmişlik’ de eklenince, Türkiye constitutional olarak olarak olmasa bile, fiilen bir yarı başkanlık dönemi yaşamaktadır. Yani de jure olarak Türkiye, hukukî düzlemde bir parlamenter demokrasidir; ama de facto, yani fiilî olarak, bunu söylemek oldukça güçleşmiş bir vaziyettedir. (Tabii, Türkiye’deki anayasanın başkanvari yetkilerle donattığı Cumhurbaşkanlığı makamını göz önüne alırsak, bu sefer 1982’den beri sadece fiilen değil, anayasal olarak da yarı başkanlık sisteminin tatbik edildiği söylenebilir ama burası spekülatif olduğu ve farklı hukukçuların müspet veya menfi cevap verdiği bir mevzu olduğu için, benim bu hususta görüş belirtmem doğru olmaz). Erdoğan’ın ‘terleyen Cumhurbaşkanı’ olarak ifade ettiği; siyasete icabında müdahale eden, siyaset üstü değil, siyaset içerisinde hareket eden, evvelden ayrıldığı partisinin adaylarına varıncaya kadar görüş bildiren bir reis-i cumhurluğu, anayasal anlamda parlamenter demokrasi sınırları içerisinde izah etmek mümkün değildir; ama bunu fiilî durum bakımından vuzuha erdirmek basittir: Erdoğan’ın şahsî hırsları, ‘seçilmiş’likle ve darbe anayasasının cumhurbaşkanlarına tanıdığı olağanüstü yetkiyle birleşince, ortaya çıkan fiilî durum budur.
          Lakin, Türkiye’deki başkanlık sistemi tartışmaları AKP dönemiyle sınırlı değil. Aslında Türkiye gibi demokrasi kültürünün yerleşmediği ülkelerde, halkın sağ duyusuna bir şekilde kendisine sokmuş karizmatik liderler, sürekli demagoji yaparak seçim kazanabilmekte ve bu da bir ‘lider kültü’ doğurmaktadır. Partilerin seçim beyannamelerine, parti programlarına bir kere bakmamış seçmen, inandığı bir ‘önder’e reyini rehin vermekte, o ne derse onu yapmayı marifet saymaktadır. Yani, başkanlık sistemi münakaşasını yalnızca kurumsal ve ilmî bir tartışma saymamak, meseleyi davranışsalcı açıdan da incelemek gerekmektedir. Zira Türkiye bu anlamda bir madendir. Meselâ, Anavatan Partisi (ANAP) ve bu partinin uğradığı akıbet, bize bir konuda fikir vermektedir. Turgut Özal’ın parti liderliğini bırakıp, cumhurbaşkanlık makamına oturmasıyla birlikte partinin irtifa kaybedişi, Türkiye’deki seçmenin en azından önemli bir kısmının, karizmatik liderliğe, partinin kendisinden daha çok önem verdiği gerçeğini yüzümüze vurmaktadır. Bu anlamda, 1923’ten beri, bilhassa 60’lardan itibaren hız kazanarak, her gelen karizmatik lider, bizlere fiilî bir başkanlık tecrübesi yaşatmaktadır. Gazi Mustafa Kemal, yaşadığı dönemde neredeyse ele alınmadık bir yetki bırakmamış, İsmet İnönü kendisini ebedî ve millî şef ilan ettirmiş; Adnan Menderes, Süleyman Demirel, Turgut Özal ve R. T. Erdoğan gibiler de ağızlarından ‘başkanlık sistemi’ni düşürmemiş kişiliklerdir. Onların devirleri de, karizmatik kişiliklerinde iktidarı şahsîleştirdikleri ve bu da geçmiş Türk ve İslâm ananesinde bulunan ‘lider telakkisi’ne uygun düştüğü için, umumiyetle seslendikleri muhafazakâr ve milliyetçi çevreler tarafından hüsnü kabulle karşılanmış, güçlü ve seçilmiş başbakanlar olarak memlekete bir nevi başkanlık sistemi deneyimi yaşatmışlardır. Türkiye, 2007’deki anayasa değişikliğinin ardından, yalnızca bu sürecin adını koymaya bir adım daha yaklaşmıştır. Türkiye’de seçmen, adeta Amerika’daki seçimler gibi, lidere, onun şahsî kampanyasına ve tesbit edilen namzedlere oy veriyor gibi gözükmektedir. Bu anlamda, başkanlık sisteminin, Türkiye’deki seçmene daha çok hitâb ettiği açık olsa gerektir.
          Türkiye’de Kenan Evren döneminden beri yaşanan ‘güçlü cumhurbaşkanı-güçlü ve seçilmiş başbakan’ çekişmesi, 2007’den sonra ‘güçlü ve seçilmiş cumhurbaşkanı-güçlü ve seçilmiş başbakan’ mücadelesine yerini bıraktı. Bu ikilinin aynı partiden olduğu bu dönemde pek bir problem yaşanmasa da, bu kişiler karizmalarını yitirdiklerinde ve ülke parlamenter sistemin işleyişinden kaynaklanan sıkıntılarla bu absürd durumu bir arada yaşadığında, Ahmed Necdet Sezer ve AKP hükûmeti arasında yaşanan sıkıntıların kaç mislinin ayyuka çıkacağı, büyük bir soru işaretidir. Parlamenter sistemin mahzuru da bu olsa gerek; cumhurbaşkanı ile başbakan aynı partiden olunca, ortada demokrasi namına pek bir şey kalmıyor, reis-i cumhur sanki bir noter mahiyetinde oluyor, başbakan memlekete fiilen başkanlık sistemindeki gibi hükûmet ediyor. Mecliste ekseriyeti elde ettiği için, memleketin tek hâkimi konumunda bulunuyor, parti grubuna da disiplinli bir şekilde hükmederek, adeta ‘seçilmiş bir kral’ gibi icrâ vazifesini yürütebiliyor. Tersi olursa, bu sefer çekişme oluyor, Türkiye’deki gelişmiş parlamenter demokrasilerdeki gibi sistemin mahzurlarını bertaraf edecek demokratik tedbirler olmadığı, bunu bırakın, güçsüz olması gereken reis-i cumhuru daha da güçlendirecek anayasal yetkiler barındırdığı için, bu çekişme çok daha şiddetli yaşanıyor.

          Türkiye için başkanlık sisteminin, tarihî reflekslerimize ve seçmen davranışlarımıza daha uygun düştüğü aşikâr. Fakat, başkanlık sistemini demokratik kılan (ABD örneği) ve kılmayan (Latin Amerika örneği) olgu, bizde ne tarafta, ona bakmak lazım geliyor. Biz hangi örneğe daha yakınız diye sorarsak, kimsenin ayağa kalkarak, ‘Amerika!’ diye bağırmayacağından emin olabiliriz. Amerika’daki partilerin hususiyeti, seçmen davranışları, ideolojilerin benzerliği, güçlü federalizm ve yargı bağımsızlığı, dar bölge sistemi vesaire bizde olmayan hususiyetlerdir. Parlamenter demokrasiler, kraliyetler içerisindeki parlamentoların ‘kralın yetkilerini kemirmesiyle’ ortaya çıkmış rejimler olduğu için, esası İngiltere ve İsveç gibi ülkelere dayanır. Bizde ise yıkıldığında parlamenter demokrasiyi tatbik eden, mahallî idareye dayanan Osmanlı mirası dışlanmış, cumhuriyet ilan edilmiş ve bu sâbık rejimden çok daha otoriter bir hale dönüşmüştür. İlber Ortaylı’nın ifade ettiği gibi, padişahın örf ve şeriatla kısıtlanmış sınırlı bir teşriî salâhiyeti vardı. Her kanunu çıkarması mümkün değildi. Fransız diplomat d’Ohsson, ‘Sultan Türklere, Mevkûfat da sultana hükmeder’ derken, kastettiği bu idi. (Mevkûfat: Hanefî mezhebinin sahih kavillerinin bir araya getirildiği, muteber bir İslâm hukuku kitabı). Rumeli kazaskeri Fenerîzâde Efendi, ‘sadrazam köle’ diye, o zamanın başvekili sayılan Makbul İbrahim Paşanın şahitliğini padişaha rağmen reddetmişti. Bu, Osmanlılarda padişahın her şeye güç yetiremediğinin en mühim göstergesidir. Monarşilerde parlamentonun sorumsuz ve yetkisiz kıldığı, memleketin birliğini simgeleyen, herkesin hürmet ettiği bir kralın yerine; bizim gibi üçüncü sınıf cumhuriyetlerde yetkili ve başkanvari yetkilere sahip cumhurbaşkanı getirilmiş, o da belirli bir parti orijinli olduğu için sürekli bir çekişme meydana gelmiştir. Bunun mahzurlarını bertaraf etmenin demokratik kültürden geçtiği ve bizim bunu elde edemediğimiz düşünüldüğünde, sistemin adını koymak, en azından başbakanın dahi kimi zaman fiilî olarak başkan gibi hükmettiği bu garip ülkede, ‘eski kralların haşmetini andıran’ bir başkanın başa geçmesini arzu eden halka istediğini vermek, belki de yerinde olacaktır. Türkiye, Latin Amerika modeline daha yakındır ama Latin Amerika da değildir, tarihi boyunca sömürge durumuna düşmemiş, Avrupa ile yakın temas halinde kalmıştır. Türkiye’deki ‘başkanlık sistemi vizyonu’nun ilkelerini gördüğümüz zaman, bu konuda daha net konuşabiliriz. Eğer Latin Amerika modelindeki gibi başkana meclisi fesh hakkı vesaire verilirse, o zaman işler değişir. Fakat Latin Amerika’da önemli rol oynayan ordunun Türkiye’de etkisiz hale getirilmesiyle, ‘diktatörlük temayülü’nün büyük ölçüde önlenmiş olacağı da unutulmamalıdır. Güçlü icrâ, istikrarlı bir yapı, mesuliyetin kimde olduğunun belli oluşu başkanlık sistemini çekici kılan unsurlardır ve günümüzde de en büyük ehemmiyet kazanan hususlar bunlardır. Garip, ne idüğü belirsiz bir rejim olmaktansa, sistemin adını koymak, Türkiye’nin yararına olacaktır.

0 yorum:

Yorum Gönder