9 Mayıs 2014 Cuma

ULUSLARARASI İLİŞKİLERDE TEORİLER VE ANALİZLERİ

     
       Uluslararası ilişkiler teorisi uluslararası olayların neden meydana geldikleri gibi olguları açıklamaya çalışır.Teorisyenlerin büyük çoğunluğu egemen devletler arasındaki ilişkiler hakkında spekülasyonlarda bulunurlar. Bunların amacı devletler arasındaki karşılıklı politik etkileşim kalıplarını bulmak ve anlamaktır.[1]Bazıları ise daha da ileri giderek bu etkileşim kalıplarından geçmişteki olayları açıklayabilecek ve gelecekteki olayları öngörmelerine olanak sağlayabilecek genel prensiplere ulaşmaya çalışırlar.[2]Bu çalışma süreçleri içinde kabaca realist,liberal ve marksist olarak adlandırılan üç teorik yaklaşım öne çıkmıştır.
          
       Uluslararası politika alanında özellikle 1940’dan 1970’lere kadarki çalışmaların ağırlık noktasını oluşturan klasik realist yaklaşımda güç kavramı ve bu bağlamda ulusal güç ve insan unsuru merkezi bir öneme sahip olmuştur. Realizm,devleti uluslararası ilişkilerin temel aktörü olarak kabul ederek,uluslararası ilişkiler ve uluslararası politikayı devletler arasındaki mücadele süreci olarak görmektedir.Devletin yekpare ve bütüncül bir aktör olduğunu varsayan realistler devlet içi dinamikleri göz ardı etmektedir.Konular arasında hiyerarşi gözeterek askeri ve güvenlik konularına öncelik veren realist teoriler için güç uluslararası ilişkileri anlamada en temel kavramdır.Uluslararası istikrarın sağlanması ve anlaşmazlıkların çözülmesi de gücün kullanımıyla ilişkilendirilmektedir.[3]Aynı zamanda realistler,uluslararası sistemde devletlerin dışında başka aktörler olup olmadığı üzerinde durmaz. Uluslararası örgütler, ulusal ve uluslararası sivil toplum kuruluşları veya medya kuruluşlarının rolü dikkate alınmaz.BM ve NATO gibi uluslararası örgütleri devletlerden ayrı bir varlıkları olmadığı için uluslararası sistemde egemen aktör olarak ele almazlar.Keohane’a göre,devletler dünya politika yapılan ortamında tek rasyonel aktördür ve bu rasyonelliği kullanarak kendi karını maksimize etmeye çalışmaktadır. Güç konusunda ise yazarın görüşü şu şekildedir,devletler güç elde etmek için hareket ederler ve kendi çıkarlarını bu gücü elde etmek için bir araya toplarlar.[4]Realistlere göre uluslararası ilişkilerin ana gündemini ulusal güvenlik konuları oluşturmaktadır.Realistler için devletin varlığını sürdürmeye ilişkin olan ulusal güvenlik konusu yüksek politika ticari, mali,parasal,sağlıkla ilgili konular ise alçak politika olarak nitelendirilir. Devletlerin çıkarlarına ulaşmak için kullanacakları temel unsur güçtür.Bu nedenle genelde realistler için güç mücadelesi,uluslararası ilişkilerin temelini oluşturmaktadır.
        
    Realizmin en güçlü olduğu dönem ise I.Dünya Savaşı sırasında ve sonradan oluşan,1930'lardan itibaren gelişme gösteren dünyadaki politik kargaşa, ve bu kargaşalar sonucunda  çeşitli ülkelerde diktatörlerin hızla yönetimi ele  geçirmeleri bunun sonucunda ortaya çıkan II.Dünya Savaşı ve Uluslararası bir örgüt olan Milletler Cemiyeti'nin uluslararası gelişmeler karşısındaki etkisizliği,yaygın kanı olan  idealistlerin yanılmış olduklarını gösteriyordu.Bireyler doğası gereği ne mükemmeldiler, ne de mükemmelleştirilebilirlerdi.II.Dünya Savaşı’ndan sonra çeşitli ülkelerde çıkan ‘Vatandaşlık Krizleri’ Ahlakın uluslararası ilişkiler uygulamalarında olmadığını göstermiştir. Milletler Cemiyeti’nin etkisizliği ise,devletlerin uluslararası sistemde tek egemen aktör olduğunu göstermiştir. Genellikle askeri güçle özdeşleştirilen "güç" ulus-devletlerin aralarındaki ilişkilerde tek  olarak görülmeye başladı. Bu bağlamda güç politikalarının kaçınılmaz oldukları kabul edilmişti.Realizm uluslararası uyuşmazlıkları açıklamak ve anlamak için günümüzde hala ikna edici bir kuram olarak varlığını sürdürmektedir.

     Günümüzde realizm eskiye nazaran gücünü kaybetmiştir.Bugün realizm çeşitli noktalarda eleştirilmektedir.İlk olarak realizmin uluslararası ortamı bir kaos olarak sunması eleştirilmekte,belli dönemlerde bu varsayımın geçerliliğini yitirdiği savunulmaktadır.Öte yandan,kaosu ve devletlerin bireysel güç maksimizasyonu temel alan bir teorik yaklaşımın uluslararası kriz anlarında geleceği öngörme kapasitesinin çok düşük olduğundan bahsedilmektedir.Dünya siyasetinde devletlerin belirleyici aktörler olarak kabul edilmesinin sert gücü öne çıkardığı,özellikle uzun süreli barış dönemlerinde ise yumuşak gücün,dolayısıyla devlet-dışı aktörlerin daha fazla ön plana çıktığı da telaffuz edilen eleştiriler arasındadır.Devletlere yapılan vurgu,çağa damgasını vuran uluslararası örgütler,siyasal partiler, bu partilerin karizmatik liderleri,birey faktörü ve yeni toplumsal hareketler gibi dikkate alınması gereken faktörlerin de arka planda görülmesi,realizmi günümüz koşullarında zayıf gösteren en önemli noktalardan biridir.[5]Günümüzde oluşan ekonomik iş birlikleri realizm açıklayamamaktadır.Mesela günümüz Amerika-Çin ilişkisi göz önünde bulundurulduğunda,bu ülkelerin iş birliğini bozmak istemesi iki ülkede de ciddi krizler doğurur.

   Klasik liberal teoride birey temel analiz birimi olarak alınırken, liberal uluslararası ilişkiler teorisinde hem analiz birimi sadece birey değildir hem de analiz düzeyi olarak plüralist bir yaklaşım benimsenerek,uluslararası ilişkiler ve devletin dış politikası birey, ulusal baskı grupları, devleti uluslararası örgütler ve uluslaraşırı  örgütlenmeler düzeyinde (yani aktör düzeyinde) analiz edilmektedir.[6]Devletler arası kurumsal  ilişkilerin sadece ‘rejimler’ arasındaki hukuksal ve uluslararası ilişkiler olmadığını,bunların daha ziyade belli durumlarda birbiriyle temas eden değer ve norm sistemleri olduğunu ifade etmişlerdir.[7]Liberalizm taraftarlarına göre;sistem dâhilinde işbirliği ve ittifak anlayışı beraberinde güç paylaşımını getirebilecektir. Realizme kıyasla çok daha ılımlı bir yapıya sahip olan liberalizm, işbirliğini ve çoğulculuğu savunmaktadır. Kant da Montesquieu ve Voltaire gibi savaşları önlemek için mutlakiyetçi yönetimlere son verilmesi ve tüm dünyada demokratik ideallerin ve halk egemenliğinin geçerli hale gelmesi gerektiğini savundu.Uluslararası ilişkilerin görünürde egemen devletler arası ilişkiler gibi görülse bile devletin soyut bireyin somut varlıklar olduğuna işaret ederek bireyi esas alan uluslararası toplum anlayışını geliştirdi.[8]Bireyin çıkarlarının sistemin dinamiklerini oluşturduğunu belirtmektedir. Liberalizm, dünya barışının serbest piyasa ekonomisi kurallarının geçerli olduğu bir sistemde mümkün olabileceğini iddia etmiştir.Ayrıca liberalizme göre demokratik olan devletler asla birbirleriyle savaşmazlar.(Demokratik Barış Kuramı).Ekonomik ilişkiler devletleri ortak menfaatlere sahip aktörler haline getirmektedir.Montesquieu barışı, uluslararası ticaretin doğal bir sonucu olarak değerlendirmiş, aralarında bağımlılık bulunan devletlerin birbiriyle savaşmayacağını farz etmiştir.[9]Oneal, Russett ve Berbaum’un ilgili çalışması, ekonomik alandaki karşılıklı bağımlılığın herhangi iki ülke arasındaki çatışma ihtimalini %43 oranında düşürdüğünü göstermektedir.[10]Ancak ekonomik alandaki karşılıklı bağımlılığın daha çok liberal rejimler arasında barışın korunmasına hizmet ettiği görülmektedir.[11]
I.Dünya Savaşı sırasında ve sonradan oluşan,1930'lardan itibaren gelişme gösteren dünyadaki politik kargaşa, ve bu kargaşalar sonucunda  çeşitli ülkelerde diktatörlerin hızla yönetimi ele  geçirmeleri bunun sonucunda ortaya çıkan II.Dünya Savaşı ve Uluslararası bir örgüt olan Milletler Cemiyeti'nin uluslararası gelişmeler karşısındaki etkisizliği,yaygın liberal görüşü zayıflatmıştır.
         
   Liberalizmin zayıf yönlerini belirtmek gerekirse;ilk olarak liberal demokrasiye sahip olmayan ülkeler arası ilişkilerin tam olarak belirlenememesi ve liberalizmin insanı liberal demokrasi dışında barış ortamında yaşayabileceği bir durumu –ki bu durumun örnekleri vardır.-açıklamakta eksik kaldığı görülmektedir.Liberal demokrasi evrensel değildir,Avrupa-merkezli bir oluşumdur.Avrupa-merkezli bir oluşumla tüm evreni açıklaması da beklenemez.Demokratik barış kuramına gelindiğinde ise,bu kuramda batı merkezcidir aynı zamanda dışlamacıdır.Mesela demokratik olmayan siyasal sistemleri göz ardı etmişlerdir.Yine aynı şekilde Batı Avrupa’daki II. Dünya Savaşı sonrası hüküm süren barış ortamını, ABD faktörü olmadan, sadece demokratik değer ve kurumların kazanım ve istikrarıyla açıklamak mümkün değildir.[12]

     Uluslararası sistemi ekonomik kavramlarla açıklamaya çalışan Marksistlere göre, modern dünya sistemi olarak tanımlanan uluslararası sistemin temel özelliği,kapitalist olması ve Merkez ve Periferi (Çevre) olmak üzere esas olarak iki gruba ayrılmasıdır.Merkezde zengin ülkeler yer alırken,Periferide yer alan ülkeler daha yoksul ülkelerdir.Bu iki grup ülke arasındaki ilişki global iş bölümünün kurallarınca belirlenmektedir.Bu yapı içerisinde yoksul ülkelerin sürekli olarak zengin ülkelere doğru bir artı değer transferi söz konusu olduğundan,zenginler daha zengin olurken yoksullar daha da yoksullaşmaktadır.Marksistlere göre bu adaletsiz gelir yaklaşık dört yüzyıldır devam etmektedir.[13] Bu sistemin devamlılığını nasıl sürdürdüğü konusunda ise çeşitli görüşler bulunmaktadır.Bunlardan biri ise Marksistler bu sistemin hem uluslararası hem de ulusal ölçekte geçerli olduğunu,her çevre ülkenin kendi merkezi ve çevresi olduğunu dolayısıyla kendisi kapitalleşen çevre ülkenin çevresindeki sömürünün katmerli olduğunu ifade etmiştir.[14]Ayrıca Galtung’un emperyalizm teorisi ise merkezin merkezinin, çevrenin merkeziyle işbirliği halinde hem kendi çevresini hem de çevrenin çevresini sömürerek yüksek oranda artı değer transfer ettiğini ortaya koymuştur.Bu konuda diğer bir görüş ise Wallerstein’in dünya sisteminde merkez ve çevre ülkeler arasındaki yarı-çevre ülkelerin bulunması ve zaman zaman çevre ülkelerdeki yarı-çevreleşme ile ülkelerinde oluşacak bir rahatlıkla sınıf mücadelesinin mutedil boyutta devam edeceğinden sistemin devamlılığını sağlayacaktır.Marksist paradigmanın temel varsayımlarından  hareket eden bu emperyalizm teorileri uluslararası ve olayları siyasal güçten ziyade ekonomik getiriye dayandırılır.Marksistler uluslararası sistemi kapitalist üretim tarzının şekillendirdiği bir yapı olarak görürler.Çoğu Marksist kuramcı emperyalizmi kapitalizmin gelişim sürecindeki son aşama olarak görmektedir.Yine Marksistlere göre,dünya politikasında hiyerarşik yapısı ve kapitalist dünya sistemi sürdükçe gelişmiş kuzey ülkelerinin az gelişmiş kuzey ülkelerinin az gelişmiş yoksul ülkeler üzerindeki hegemonik etkileri devam edeceğinden,sanayileşmiş ülkelerin gerek sistemin işleyişine gerekse tek taraflı olarak Üçüncü Dünya ülkeleri lehine anlamlı tavizlerde bulunacakları beklenmemektedir.[15]
      
     Marksizme yöneltilen eleştirilerde ekonomik verilerin etkisinin aşırı abartıldığı üzerinde durulmaktadır.Bu kabul edilirse yüzyıllardır uluslararası ilişkiler alanındaki düşünce birikimini yok saymak gerekir.Diğer taraftan Marksistler periferi ülkelerdeki az gelişmişlik sorunu analiz edilirken tamamen uluslararası faktörlere (kapitalist dünya sistemi) dayandırılmakta içsel değişkenlerin önemi belirsizleşmektedir.Katı bir bağımlılık tezi,az gelişmiş Üçüncü Dünya ülkelerindeki geri kalmışlığın suçunu bütünüyle sanayileşmiş ülkelere yüklemektedir.[16]Ekonomik gelişmenin sağlanamamasında iç faktörlerin göz arda edilmiş olması da marksizmin zayıf yönlerinden bir tanesidir.Diğer bir taraftan Marksistler,Üçüncü Dünya ülkelerindeki gelişmeleri görmezlikten geldikleri için de eleştirilmektedir.Örneğin Venezuella,Brezilya,Singapur ve Güney Kore gibi ülkeler ayrıca bir Kuzey Amerika ya da Avrupa ülkesi olmayan Japonya’nın gösterdiği başarının kaydedilmesi gerekmektedir.Bu ülkeler bu yapı içinde bulundukları halde yoksulluktan nasıl kurtuldular?Marksist kuram bu durumu açıklamada yetersiz kalmaktadır.[17]Ayrıca kapitalist dünya sistemi teorisine yöneltilen eleştirilerde teorinin dünya sistemini kapitalist olarak kabul ederken,Doğu Avrupa,SSCB ve Çin Halk Cumhuriyeti gibi sosyalist ülkelerin durumunu göz ardı etmektedir.Bu ülkelerin bir kısmının aynı zamanda sanayi ülkeleri olduğu da düşünüldüğünde bunların Periferi ülkeler mi yoksa Merkez ülkeler olarak mı düşünüleceğini de bu Marksist teoride yeterince açıklanamamıştır.[18]
          
     Bu yazıda da belli olduğu  gibi uluslararası ilişkiler teorisyenleri uluslararası politika hakkında farklı görüşlere sahip olmuşlardır.Bu farklı görüşleri güçlü ve zayıf yönlerini ve bu doğrultuda gelen eleştirilere yer verdim.Ama yine de uluslararası sisteme egemen olan sistemin kapitalist sistem olduğundan dolayı eksik birkaç noktası olmasına rağmen kapitalizmin en iyi ve kapsamlı eleştirisini yapan Marksist kuramın günümüzde uluslararası sistemi diğer kuramlara göre daha iyi açıkladığını düşünüyorum.

KAYNAKÇA

[1]  D.Puchala,International Politics Today(New York: Mead, 1971), s.I

[2]  K.N.Waltz, Theory or International Politics(New York:Random House,1979),   s. 1-3

[3] Tayyar Arı,Uluslararası İlişkilere Giriş (MKM Yayınları 2010) s.22

[4]   DONNELLY, Jack, ibid , 2000, s. 7.

[5] Cengiz Çağla,Siyaset Bilimine Giriş (OMNİA Yayınları 2010) s.330

[6] www.kisiseldepresyonanlari.com/2010/12/30/uluslararasi-iliskiler-teorileri-tayyar-ari-7

[7] Cengiz Çağla,Siyaset Bilimine Giriş (OMNİA Yayınları 2010) s.333

[8] Tayyar Arı,Uluslararası İlişkilere Giriş (MKM Yayınları 2010) s.29

[9] 5 Robert Howse, “Montesquieu On Commerce, Conquest, War, and Peace,” Brooklyn  Journal of International Law 33 1 (2006): 693-694

[10] 6John R. Oneal, Bruce Russett ve Micheal L. Berbaum, “Causes of Peace: Democracy,Interdependence, and International Organizations, 1885-1992,” International Studies Quarterly 47 3 (2003): 373

[11] Andrew Moravscik, “Taking Preferences Seriously: A Liberal Theory of International 
Politics,”International Organization  51 4 (1997): 534

[12]  İİbf Erciyes Dergisi Sayı 40 - s 15.

[13]  (Krutsen,1992;236)

[14]  Cengiz Çağla,Siyaset Bilimine Giriş (OMNİA Yayınları 2010) s.336

[15] Tayyar Arı,Uluslararası İlişkilere Giriş (MKM Yayınları 2010 ) s.34

[16] Tayyar Arı Uluslararası İlişkiler Teorileri Çatışma,Hegemonya,İşbirliği (ALFA Yayınları 2002) s.275

[17] Tayyar Arı Uluslararası İlişkiler Teorileri Çatışma,Hegemonya,İşbirliği (ALFA Yayınları 2002) s.287

[18]  Tayyar Arı Uluslararası İlişkiler Teorileri Çatışma,Hegemonya,İşbirliği (ALFA Yayınları 2002) s.307







0 yorum:

Yorum Gönder