18 Şubat 2016 Perşembe

KÜRESEL MEDYA VE ULUSLARARASI İLİŞKİLER


      
    Dünyayı yöneten birileri varsa medyayı, iletişim araçlarını kullanması yüzde yüz mecburidir. Medya siyaset ilişkisi her zaman önemli tartışma alanlarından biri olagelmiştir. Siyasetin kamuoyu desteğine olan ihtiyacı, medyanın ise sahip olduğu toplumu etkileme gücü yönetenler nazarında medyayı önemli ve vazgeçilmez bir güç haline getirmiştir. Medya sadece ulusal düzeyde değil, uluslararası düzeyde de kamuoyunun desteğini kazanmak veya kamuoyunu istenilen tarzda yönlendirmek amacıyla kullanılan bir araç olmuştur.
          
           1970’lerde alt yapısı hazırlanan, 1980’li yıllarda etkin olmaya başlayan neo-liberalizm devletlerin ve siyasi yöneticilerin dışında toplumların hayatını şekillendiren başka güçlerin varlığını daha bariz şekilde ortaya çıkmasını sağladı, bu güçlerin elindeki en önemli araç olan medya ise tartışmaların odak noktasını oluşturmaktadır.
           McLuhan’a göre ‘’enformasyon artık alınıp satılan, ekonomik ticaret eşyası üretmekte kullanılan bir araç değildir; çünkü enformasyonun kendisi alınıp satılan bir meta haline gelmiştir’’. İletişim alanı tümüyle bir endüstriye dönüşmüştür. Ekonomik güç üretim araçlarını ellerinde bulunduranlardan, enformasyon üreten kitle iletişim araçlarını kontrol edenlerin ellerine geçmiştir.
           Basımevleri, yayın evleri, radyo, televizyon kuruluşları, basın, reklam, halkla ilişkiler ajansları, bilgi işlem merkezleri, veri bankaları vb. ile bu alanda kullanılan donanım maddeleri üreten ve/veya pazarlayan kuruluşlar değişik ölçeklerde ama mutlaka hemen her ülkede bulunmaktadır. Kuruluşların birçoğu artık ulusal ekonomik sınırlarını aşarak uluslararası ekonomik hayatın önemli unsuru olan çok uluslu dev şirketlerin kapsamına girmişlerdir.
         Uzun zamandır basın özgürlüğünü önüne her zaman engel olarak görülen devlet ve hükümetlerin yerine, farklı ulusal ve ulus ötesi bağlantılarıyla birlikte bambaşka güçlerin geçmekte olduğu gözlemlenen önemli bir olgu olarak karşımızda durmaktadır. Büyük şirketler, holdingler ve ulus ötesi sermaye kuruluşları oluşturduğu güçler klasik basın özgürlüğü kavramının içini boşalttı. Her türlü medya aracı sermaye ve bun sermayeye hakim olanların çıkarları istikametinde yönlendirilerek önceki monarşik ve totaliter yönetimler kadar belki onlardan da büyük tehlike haline dönüştü.
            Kapitalist müteşebbislerin denetiminde kurulan eğlence endüstrisinin basın özgürlüğünü tahrip ettiğine dair iddialar ise 20.yüzyılın başında artmaya başladı. Bu eleştiriler sade kapitalizmi tehdit eden sol aydınlar tarafından öne sürülmedi, farklı mülahazalarla muhafazakar çevreler tarafından da seslendirildi. Birinci Dünya Savaşı sonrası dönemi şahitlik eden MaxWeber’de sermayenin temerküzüyle basının politik işlevlerini kaybettiğini, gazeteciliğin siyasi hayat içindeki etkisinin azaldığını, sansasyonel haberlerin gazetecilik onurunu zedelediğini ifade etmiştir.
          Son dönemde medya yatırımları ekonomik sistemler içinde çok önemli yerler tutmaya başlamıştır. Mesela 1990’larda Robert Murdoch’a uluslararası medya şirketi News Corporotion’un ekonomik bir krize girmesini tüm batı ekonomik sistemlerine yan etkileri olabileceğinden söz etmektedir. Çünkü News Avustralya medyasının %70’ine, İngiltere’de %30-%40 arası bir paya, Amerika’nın önemli bir televizyon kuruluşuna hakim dünyanın en önemli medya şirketlerinden birisiydi. Onun zarar görmesinin dünya ekonomisine tesir edebilecek bir öneme sahip olduğu iddia edilmekteydi.
         Medyanın bu ticari boyutu, iletişim aracının kültürel ve sosyopolitik işlevi konusunda problemler olmaksızın gerçekleşmemiştir. Bu sektörde grupların ya da menfaat düşkünlerinin ortaya çıkışı derin eleştirilere yol açmıştır. Bununla birlikte, iletişim aracı enformasyon ve güç arasındaki ilişki gazete yatırımcıları ve yöneticilerini bekleyebildikleri mali kardan ziyade genellikle nüfuzla güdülemeye itmiştir. Dünyanın çok sayılı bölgesi özellikle de Avrupa’dakileri saymazsak gazeteler çoğu kez iş adamlarının ve büyük sermayenin yatırım alanı olmuştur. 1990’lardan sonra ise aynı olgu Avrupa’da yaşanmaya başlamıştır. Köklü bir kamu anlayışına sahip olan Batı Avrupa ülkelerinde de yayıncılığın ticarileşmesiyle devletçi yayın politikaları terk edilerek, devletin yayın alanına müdahalesini engelleyen liberal yasal düzenlemeler getirilmiştir. Kamusal yayın kuruluşlarının hakimiyetindeki Batı Avrupa ülkelerinde yayın alanının ticari kuruluşlara da açılması ‘’commercialization’’ olarak adlandırılmaktadır.
          Bütün bunlarla anlatılmak istenen medyanın küresel sermayenin memurluğunu yapmak zorunda olduğudur. Her ihtiyaç doğduğunda güçlü bir şekilde aykırı ses çıkarabilecek bir medyanın olması şimdilik mümkün görülmemektedir. Peki neden bu böyledir? Çünkü dünyanın sömürülen insanları, Marx’ın deyimiyle zincirlerinden başka bir şey kalmamış insanlar birleşemedikleri için.
             Küresel sermaye sahiplerinin uluslararası siyaseti ve kamuoyunu etkilemek ve doğru bilgi almasını engelleyerek kendileri aleyhinde tutum takınılmasını önlemek için neler yaptıklarına bir örnek verelim. Ayrıca verilecek örnek ellerinin ne kadar uzun olduğunu göstermek açısından da faydalı olacaktır. MerdehayVanunu, İsrail’in Dimona üssünde atom bombalarının imal edildiği tesisten o 57 fotoğrafla Londra’ya geldiğinde Sunday Times muhabiri bu mevzuyu haber yapmaya çalışırken İsrail istihbaratı konuyu öğrenir ve hemen embedded(iliştirilmiş) gazetelerden birisini devreye sokar. Tahmin edilebileceği gibi bu gazete, küresel sermayenin medya patronluğuna atadığı kişiye aittir(Daily Mirror). Gazete hemen ‘’bir sahtekar ortaya çıkmış’’ diye yayın yaparak haberi Sunday Times’in elinde patlatır ve yayına önceden büyük ölçüde etkisiz hale getirmeye çalışır. Bu patron Robert Murdoch’tur.
             Bir diğer örnek ise, Filistin topraklarında, bir İsrail tankı altında can veren Amerikalı bir kadın hakkında yapılan bir piyesin sahnelenmekten vazgeçilmesidir. Filistin’de Filistinlilere yapılan zulümleri protesto etmek için orda bulunan bir barış gönüllüsüydü ve bir İsrail tankı onu ezdi. Sonra bu olayla ilgili New York’ta, Broadway’de oynatılmak üzere bir piyes yapıldı. Amerika’daki Yahudi çevreleri ve İsrail ayağa kalktı: ’’Bunu oynatamazsınız!’’ diye tepki gösterdi. Tiyatronun genel direktörü de bir açıklama yaptı: ‘’Bazı duyarlılıkların üzerine olumsuz etkisi olacak’’ gibilerle yusyuvarlak bir lafla, kısacası güya diplomatik denecek bir gerekçeyle piyesi sahnelemekten vazgeçildiğini ilan etti. Sanatçılar ise ‘’bu korkunun tezahürüdür.’’ diyorlar. Bu sansür doğrudan doğruya Amerika’daki Yahudi lobisinin baskısıyla uygulandı. Amerika’da nüfusun %6’sını oluşturan bir kitle, belki de bütün insanlığın izlemeyi isteyebileceği bir oyunu sahneden kaldırtabiliyor.
        Sonuç olarak medya sektörünün varoluş tarzı itibariyle parayı verenin düdüğü çalması kaçınılmazdır. Küresel medyada hükmedenler, tıpkı İsrail gibi, ne kadar kana susamışta olsalar kendilerini dünyaya başka şekillerde tanıtabilirler. Medyayı kullanma gücü olanlar uluslararası düzeyde propaganda yapma ve dünyayı etkileme gücüne sahip olarak uluslararası siyasete yön verirler. Uluslararası ilişkilerde  ak ve karayı onlar belirler, istediklerini yüceltir istemedikleri hakkında karalama yaparak ulusları veya başka küresel aktörleri ötekileştirirler.

Medya ve Uluslararası İlişkiler

          Uluslararası bir sistemde ‘’güç’’ mefhumu eskiden Morgenthau’nun da belirttiği gibi coğrafya, doğal kaynaklar, endüstriyel kapasite, ulusal moral ve ulusal karakter gibi unsurlardan oluşuyordu. Lakin, devletin bu unsurlara sahip olması eski uluslararası sistemde yeterli görülse bile, günümüz sisteminde bu etmenlerin güç olarak tanımlanabilmesi için bu saydığımız unsurların diğer ülke ve ülkelerin davranışları üzerinde tesir edebilecek şekilde olmalı, yani devlet bunları siyasal amaçları doğrultusunda kullanabilmelidir. Bu sebepten dolayı devletlerin ‘’Dördüncü Gücü’’ olarak da bilinen kitle haberleşme araçlarının öneminin günümüzde gittikçe attığını söyleyebiliriz. Çünkü özellikle 1990’larda Sovyetlerin dağılmasıyla birlikte güç kazanan Batı ve Amerikan eksenli liberalizm ve neoliberalizm akımlarının tesiriyle atomlaşan bireyler zamanla çağdaş toplum içerisinde birbirinden kopuk parçalara dönüşmüşlerdir. Bu nedenle de bireyler medya gibi güçlerin karşısında daha kolay etkilenebilir bir pozisyona düşmüşlerdir,dolayısıyla da kitle iletişim araçlarının tesirine karşı çok daha korumasızdır.Buraya kadar yapmış olduğumuz analizden de anlaşılacağı gibi eskilerin ‘’kaba gücü’’ yerini artık ‘’ılıca güce’’ bırakmıştır. ABD eski dışişleri bakanlarından Madeleine Albright’ın ‘’CNN Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin onaltıncı üyesidir.’’ sözü medyanın uluslararası politika da önemli bir güç unsuru olduğunu ifade ederken aynı zamanda yukarıda yapmış olduğumuz analizi doğrulamaktadır.
          Küreselleşme sürecinin getirdiği teknolojik gelişmeler, kamuoyunu yönlendiren ve rıza üreten kitle haberleşme araçlarının önemini arttırmaktadır. Kitle iletişim araçlarının toplum ve siyaset üzerindeki etkisini, Amerikalı siyaset bilimci Richard Fagen’in verdiği şu örnek çarpıcı bir biçimde açıklamıştır. ‘’Eğer 2 bin kişiyi kitle iletişim araçlarında kilit noktalara yerleştirebilecek bir düzenbazlık şebekesi kurabilme imkanı olsa, Amerika’nın tümünü ve dünyanın büyük kısmını ABD Başkanının öldüğüne inandırmak içten bile değildir.’’ Medya kamuoyunu yönlendiren çok önemli bir güç haline geldikçe, medyayı da yönlendirmek isteyen başka güçler ortaya çıkmaktadır ki bu güçlerin başında siyaset gelir. Özellikle siyasi liderler medyayı kendi tekellerinde tutmaya çalışır. Bu noktaya ise, İkinci Dünya Savaşı döneminde medyanın yıkıcı gücünü fark eden Adolf Hitler liderliğindeki Nazi Partisi’nin Alman medyasının neredeyse tamamını tirajlar göz önüne alınırsa toplamda %96’sını kendi emelleri doğrultusunda kullanması ve yönlendirmesi, yaptığımız tespite ışık tutmaktadır. Aslında çoğu zaman rıza mekanizması olarak da nitelendirebileceğimiz medya, siyasal iktidarların istikrar sağlamasına olanak sağlamaktadır. Muhakkak ki böyle bir güce herkes sahip olmak ister, fakat herkes sahip olamaz. Gerek ülkeler içerisinde gerek ise uluslararası arenada medya gücüne sahip olmada tekelleşmeler meydana gelmiştir. Gelişen teknolojinin gereği böyle bir girişim her geçen gün daha pahalı olmaktadır. Georges Burdeau’nun ‘’Sermayesi olanlar düşünceleri seçebilirler, ama düşünceler sermaye bulamazlar.’’ sözü yaptığımız tespiti doğrulamaktadır. Medyayı para ile yönlendirmek veya denetlemek de tarih boyunca sürekli denenmiştir. Örneğin; II.Abdulhamit’in hakkında olumsuz yazı yazılmasını engellemek maksadıyla Paris’te yayımlanan 17 gazeteye el altından para dağıtmıştır. Ülke içerisinde devlet zoru ile sağladığını, uluslararası ortamda para gücü ile sağlamıştır.
       
            Örneklerle konuya biraz ışık tutmak gerekirse, ilk olarak 1955-1965 Vietnam savaşı sırasında savaş alanında olup biten tüm olumsuzlukları medya vasıtasıyla uluslararası sisteme ve ABD kamuoyuna yansıması sonucunda yükselen tepkiyle karşılaşan ABD yönetiminin bu savaşı gerekli gösterme politikasının inandırıcılığının sorgulanmasına  ve artan tepkiler üzerine ABD’nin kuvvetlerini Vietnam’dan çekmek zorunda kalmasına sebep olmuştur.
         

          Diğer bir örneğe bakacak olursak, Soğuk Savaş sırasındaki ‘’Radio Free Europe’’ radyosu, gelişmeler hakkında yeterli bilgiye ulaşması engellenen Doğu Bloku ülkelerinin halkına ‘’tarafsız’’ haber alma gibi en temel demokratik hakkını sunma bahanesiyle ABD senatosu tarafından kurulmuştur ve bu radyonun Doğu Bloku’nun içten çökertilmesinde ki payı görmezden gelinemez.
         
              Günümüze doğru yaklaştıkça yine bu hususta başka bir örnek göze çarpmaktadır. Arap Baharı, kimisi buna sosyal medya devrimi de demektedir ki, söylemlerinde haklılardır.Tabiki de sosyal medya başlı başına Arap Baharı’nı yöneten bir güç olmamıştır ancak sosyal medya olmasa belki pek de organize olamayan küçük çaplı gösteriler olarak kalacak, uluslararası sistemde büyük bir yankı uyandırmayacaktı. Diğer bir deyişle, sosyal medya Arap Baharı’nın harekete geçiricisi ve tamamlayıcısı işlevini görmüştür.
         
           
           Sosyal medya, Tunus’ta devrim günlerinde yaygınlaşmış ve devrim başladıktan sonra etkileri hissedilmiştir. Mısır’da Arap Baharı’ndan çok önce sosyal medya araçları kullanılmakta olduğunu görmekteyiz.Libya’da ise yasaklanarak kullanımı asgari düzeyde tutulmaya çalışılmıştır. Devrilen liderlerin yasaklama ile sosyal medya araçlarının devrimleri kolaylaştıran, hareketlendiren ve organize eden faktörlerin başında yer aldığı sonucuna ulaşmaktayız. Bu noktada göze çarpan diğer bir ayrıntı ise, uluslararası platformda küresel medya aracı olan Twitter’da 2011 yılı içerisinde en çok geçen kelimenin ‘’Mısır’’ olduğudur.

          Genel olarak baktığımızda, küreselleşmeyle beraber kamuoyunu ikna eden ve rıza imal eden kitle haberleşme araçlarının önemi hızla artmaktadır. Bu artışa duyarsız kalmayan diğer güçler –ki bunlar genellikle siyasiler oluyor- bu güce sahip olmak istemektedir.Çünkü fazla kompleks bir yapıya sahip olan kamuoyuna nüfuz edebilmenin en etkili yolu, medyayı kendi çıkarları doğrultusunda kullanmaktan çeker. Önceden de belirttiğimiz gibi, medyayı yönlendirmek ve kontrol etmek isteyen kurumların başında siyaset gelir.Siyasal iktidarlar, medya gücünü ellerinde tutmaya çalışırlar, çünkü medya siyasi iktidarların gerek devlet içi gerek ise uluslararası alanda yaptıkları fiilleri meşrulaştırabilecek bir meşruiyet makinesi işlevi görebilmektedir.Gerek devlet içi, gerek ise uluslararası sistemde fiziksel güç ile rıza mefhumunun dengesini koruması açısından medya son derece önemli bir rol oynamaktadır.

Başkanlık Sistemi ve Türkiye


          Bugün Türkiye ‘başkanlık sistemi’ni tartışıyor. Reis-i cumhurluk makamına halkın reyi ile oturmuş, yani ‘seçilmiş’ Recep Tayyip Erdoğan, ‘terleyen Cumhurbaşkanı’ ifadesi ile böyle bir münakaşanın zuhurunun ilk sinyallerini vermişti. Aslında, evvelden beri Adalet ve Kalkınma Partisi’nin lider kadrosunda böyle bir meyil olduğu da aşikârdı. İslâmcılıktan, kendi deyimiyle muhafazakâr-demokratlığa evrilmiş bir parti hüviyetindeki AKP, ‘Millî Görüş gömleğini çıkarmak sûretiyle’ sesini herkese duyurmaya çalışırken, İslâmcılığını da dönüştürmüş ve yumuşak ‘İslâm Medeniyeti’ söyleminin içerisine yerleştirmişti. Merhum Necib Fazıl’ın yetiştirdiği bu gençler, ‘Başyücelik Devleti’ adındaki sufî, sünnî ve federatif bir İslâm devleti hayalinden vazgeçmiş durumdalar; şuanda da laikliği sadece kurumsal manada ele alan merkezî ve otoriter bir devlet aşkıyla yanıp tutuşuyorlar. Bunun adı da ‘Yeni Türkiye’. Yani AKP, kendisini meydana getiren dinamiklerden de büyük oranda uzaklaşarak, bir anlamda mankurtlaşmış, garip bir tabanı olan, belirli bir elit takımının kişisel hırsları ekseninde siyaset eden bir parti haline gelmiştir. Yeni Türkiye dedikleri de, bu partinin malum elit takımının hırslarının bir neticesi ve tezahürüdür. Yoksa ortaya konmuş bir vizyon değildir.
          Peki, başkanlık sistemi tartışması niçin ortaya atıldı ve böyle bir şey olursa getirip götürecekleri şeyler neler, yazımızın mevzuu bu olmalı. Kanaatimce, Türkiye 2007’deki anayasa değişikliğinden beri bu sürecin içerisinde. Mezkûr değişiklik, cumhurbaşkanlık makamını parlamenter sistemin ruhuyla bağdaşmayacak şekilde, ‘seçilmiş’, dolayısıyla bu mahiyetle beraber, ‘sorumlu’ kıldı. Zaten darbe anayasasının Kenan Evren’den beri reis-i cumhurlara verdiği, parlamenter sistemlere göre olağanüstü salâhiyetle bu ‘seçilmişlik’ de eklenince, Türkiye constitutional olarak olarak olmasa bile, fiilen bir yarı başkanlık dönemi yaşamaktadır. Yani de jure olarak Türkiye, hukukî düzlemde bir parlamenter demokrasidir; ama de facto, yani fiilî olarak, bunu söylemek oldukça güçleşmiş bir vaziyettedir. (Tabii, Türkiye’deki anayasanın başkanvari yetkilerle donattığı Cumhurbaşkanlığı makamını göz önüne alırsak, bu sefer 1982’den beri sadece fiilen değil, anayasal olarak da yarı başkanlık sisteminin tatbik edildiği söylenebilir ama burası spekülatif olduğu ve farklı hukukçuların müspet veya menfi cevap verdiği bir mevzu olduğu için, benim bu hususta görüş belirtmem doğru olmaz). Erdoğan’ın ‘terleyen Cumhurbaşkanı’ olarak ifade ettiği; siyasete icabında müdahale eden, siyaset üstü değil, siyaset içerisinde hareket eden, evvelden ayrıldığı partisinin adaylarına varıncaya kadar görüş bildiren bir reis-i cumhurluğu, anayasal anlamda parlamenter demokrasi sınırları içerisinde izah etmek mümkün değildir; ama bunu fiilî durum bakımından vuzuha erdirmek basittir: Erdoğan’ın şahsî hırsları, ‘seçilmiş’likle ve darbe anayasasının cumhurbaşkanlarına tanıdığı olağanüstü yetkiyle birleşince, ortaya çıkan fiilî durum budur.
          Lakin, Türkiye’deki başkanlık sistemi tartışmaları AKP dönemiyle sınırlı değil. Aslında Türkiye gibi demokrasi kültürünün yerleşmediği ülkelerde, halkın sağ duyusuna bir şekilde kendisine sokmuş karizmatik liderler, sürekli demagoji yaparak seçim kazanabilmekte ve bu da bir ‘lider kültü’ doğurmaktadır. Partilerin seçim beyannamelerine, parti programlarına bir kere bakmamış seçmen, inandığı bir ‘önder’e reyini rehin vermekte, o ne derse onu yapmayı marifet saymaktadır. Yani, başkanlık sistemi münakaşasını yalnızca kurumsal ve ilmî bir tartışma saymamak, meseleyi davranışsalcı açıdan da incelemek gerekmektedir. Zira Türkiye bu anlamda bir madendir. Meselâ, Anavatan Partisi (ANAP) ve bu partinin uğradığı akıbet, bize bir konuda fikir vermektedir. Turgut Özal’ın parti liderliğini bırakıp, cumhurbaşkanlık makamına oturmasıyla birlikte partinin irtifa kaybedişi, Türkiye’deki seçmenin en azından önemli bir kısmının, karizmatik liderliğe, partinin kendisinden daha çok önem verdiği gerçeğini yüzümüze vurmaktadır. Bu anlamda, 1923’ten beri, bilhassa 60’lardan itibaren hız kazanarak, her gelen karizmatik lider, bizlere fiilî bir başkanlık tecrübesi yaşatmaktadır. Gazi Mustafa Kemal, yaşadığı dönemde neredeyse ele alınmadık bir yetki bırakmamış, İsmet İnönü kendisini ebedî ve millî şef ilan ettirmiş; Adnan Menderes, Süleyman Demirel, Turgut Özal ve R. T. Erdoğan gibiler de ağızlarından ‘başkanlık sistemi’ni düşürmemiş kişiliklerdir. Onların devirleri de, karizmatik kişiliklerinde iktidarı şahsîleştirdikleri ve bu da geçmiş Türk ve İslâm ananesinde bulunan ‘lider telakkisi’ne uygun düştüğü için, umumiyetle seslendikleri muhafazakâr ve milliyetçi çevreler tarafından hüsnü kabulle karşılanmış, güçlü ve seçilmiş başbakanlar olarak memlekete bir nevi başkanlık sistemi deneyimi yaşatmışlardır. Türkiye, 2007’deki anayasa değişikliğinin ardından, yalnızca bu sürecin adını koymaya bir adım daha yaklaşmıştır. Türkiye’de seçmen, adeta Amerika’daki seçimler gibi, lidere, onun şahsî kampanyasına ve tesbit edilen namzedlere oy veriyor gibi gözükmektedir. Bu anlamda, başkanlık sisteminin, Türkiye’deki seçmene daha çok hitâb ettiği açık olsa gerektir.
          Türkiye’de Kenan Evren döneminden beri yaşanan ‘güçlü cumhurbaşkanı-güçlü ve seçilmiş başbakan’ çekişmesi, 2007’den sonra ‘güçlü ve seçilmiş cumhurbaşkanı-güçlü ve seçilmiş başbakan’ mücadelesine yerini bıraktı. Bu ikilinin aynı partiden olduğu bu dönemde pek bir problem yaşanmasa da, bu kişiler karizmalarını yitirdiklerinde ve ülke parlamenter sistemin işleyişinden kaynaklanan sıkıntılarla bu absürd durumu bir arada yaşadığında, Ahmed Necdet Sezer ve AKP hükûmeti arasında yaşanan sıkıntıların kaç mislinin ayyuka çıkacağı, büyük bir soru işaretidir. Parlamenter sistemin mahzuru da bu olsa gerek; cumhurbaşkanı ile başbakan aynı partiden olunca, ortada demokrasi namına pek bir şey kalmıyor, reis-i cumhur sanki bir noter mahiyetinde oluyor, başbakan memlekete fiilen başkanlık sistemindeki gibi hükûmet ediyor. Mecliste ekseriyeti elde ettiği için, memleketin tek hâkimi konumunda bulunuyor, parti grubuna da disiplinli bir şekilde hükmederek, adeta ‘seçilmiş bir kral’ gibi icrâ vazifesini yürütebiliyor. Tersi olursa, bu sefer çekişme oluyor, Türkiye’deki gelişmiş parlamenter demokrasilerdeki gibi sistemin mahzurlarını bertaraf edecek demokratik tedbirler olmadığı, bunu bırakın, güçsüz olması gereken reis-i cumhuru daha da güçlendirecek anayasal yetkiler barındırdığı için, bu çekişme çok daha şiddetli yaşanıyor.

          Türkiye için başkanlık sisteminin, tarihî reflekslerimize ve seçmen davranışlarımıza daha uygun düştüğü aşikâr. Fakat, başkanlık sistemini demokratik kılan (ABD örneği) ve kılmayan (Latin Amerika örneği) olgu, bizde ne tarafta, ona bakmak lazım geliyor. Biz hangi örneğe daha yakınız diye sorarsak, kimsenin ayağa kalkarak, ‘Amerika!’ diye bağırmayacağından emin olabiliriz. Amerika’daki partilerin hususiyeti, seçmen davranışları, ideolojilerin benzerliği, güçlü federalizm ve yargı bağımsızlığı, dar bölge sistemi vesaire bizde olmayan hususiyetlerdir. Parlamenter demokrasiler, kraliyetler içerisindeki parlamentoların ‘kralın yetkilerini kemirmesiyle’ ortaya çıkmış rejimler olduğu için, esası İngiltere ve İsveç gibi ülkelere dayanır. Bizde ise yıkıldığında parlamenter demokrasiyi tatbik eden, mahallî idareye dayanan Osmanlı mirası dışlanmış, cumhuriyet ilan edilmiş ve bu sâbık rejimden çok daha otoriter bir hale dönüşmüştür. İlber Ortaylı’nın ifade ettiği gibi, padişahın örf ve şeriatla kısıtlanmış sınırlı bir teşriî salâhiyeti vardı. Her kanunu çıkarması mümkün değildi. Fransız diplomat d’Ohsson, ‘Sultan Türklere, Mevkûfat da sultana hükmeder’ derken, kastettiği bu idi. (Mevkûfat: Hanefî mezhebinin sahih kavillerinin bir araya getirildiği, muteber bir İslâm hukuku kitabı). Rumeli kazaskeri Fenerîzâde Efendi, ‘sadrazam köle’ diye, o zamanın başvekili sayılan Makbul İbrahim Paşanın şahitliğini padişaha rağmen reddetmişti. Bu, Osmanlılarda padişahın her şeye güç yetiremediğinin en mühim göstergesidir. Monarşilerde parlamentonun sorumsuz ve yetkisiz kıldığı, memleketin birliğini simgeleyen, herkesin hürmet ettiği bir kralın yerine; bizim gibi üçüncü sınıf cumhuriyetlerde yetkili ve başkanvari yetkilere sahip cumhurbaşkanı getirilmiş, o da belirli bir parti orijinli olduğu için sürekli bir çekişme meydana gelmiştir. Bunun mahzurlarını bertaraf etmenin demokratik kültürden geçtiği ve bizim bunu elde edemediğimiz düşünüldüğünde, sistemin adını koymak, en azından başbakanın dahi kimi zaman fiilî olarak başkan gibi hükmettiği bu garip ülkede, ‘eski kralların haşmetini andıran’ bir başkanın başa geçmesini arzu eden halka istediğini vermek, belki de yerinde olacaktır. Türkiye, Latin Amerika modeline daha yakındır ama Latin Amerika da değildir, tarihi boyunca sömürge durumuna düşmemiş, Avrupa ile yakın temas halinde kalmıştır. Türkiye’deki ‘başkanlık sistemi vizyonu’nun ilkelerini gördüğümüz zaman, bu konuda daha net konuşabiliriz. Eğer Latin Amerika modelindeki gibi başkana meclisi fesh hakkı vesaire verilirse, o zaman işler değişir. Fakat Latin Amerika’da önemli rol oynayan ordunun Türkiye’de etkisiz hale getirilmesiyle, ‘diktatörlük temayülü’nün büyük ölçüde önlenmiş olacağı da unutulmamalıdır. Güçlü icrâ, istikrarlı bir yapı, mesuliyetin kimde olduğunun belli oluşu başkanlık sistemini çekici kılan unsurlardır ve günümüzde de en büyük ehemmiyet kazanan hususlar bunlardır. Garip, ne idüğü belirsiz bir rejim olmaktansa, sistemin adını koymak, Türkiye’nin yararına olacaktır.

SİYASAL KATILIMDA MEDYA


       
 
      Medya-siyaset ilişkisi her zaman önemli tartışma alanlarından biri olagelmiştir. Siyasetin kamuoyu desteğine olan ihtiyacı, medyanın ise sahip olduğu toplumu etkileme gücü, yönetenler nazarında medyayı önemli ve vazgeçilmez bir güç haline getirmiştir.

 Medya sadece demokratik ülkelerde değil, demokrasi dışı yönetimlerde de halkın desteğini kazanmak veya halka istenilen tarzda yönlendirmek amacıyla kullanılan bir araç olarak önemi inkar edilemez bir güçtür. İkinci dünya savaşı öncesindeki Hitler’ci propaganda medya aracılığıyla yürütülen faaliyetlerin nasıl da kitleleri peşinden sürükleme gücüne sahip olduğunu gösteriyordu. Demokratik olmayan rejimlerde medyanın etkileme gücüne bir diğer örneği ise Mussolini’nin çağdaş insanın hayret verecek kadar inanmaya hazır bir yaratık olduğunu söylerkenki farkındalığından da anlayabiliriz.

  Medyanın demokratik rejimlerdeki önemi ise çok daha fazladır. Hatta düşüncelerin açıklanmasına sağladığı, kamuoyunun iktidara karşı olan tepkisini dile getirebildiği ve etkileyip bir baskı grubu olarak milletin iradesini tecelli etmesine ortam sağladığı için bir rejimin demokratik olabilmesindeki en temel sacayağıdır. Yani basının görevi sadece düşüncelerin açıklanmasıyla sınırlı değildir, zamanında gereken ayrıntıları ile ve doğru olarak, halka ulaştırılmasında kamu yararı bulunan haberleri toplayarak topluma iletmek, böylece toplumun düşünce ve kanaatler edinmesine ve kamuoyunun serbestçe oluşumunu sağlamak, kamu gücünü elinde bulunduranlar üzerinde toplumun denetim aracı olmak basının başlıca görevlerindendir.

  Demokrasi ve basın özgürlünün gelişimi hep birbiriyle paralel ilerlemiştir. En temel insan haklarından biri sayılan, haber ve bilgiye ulaşma hakkının da bir gereği olarak basın özgürlüğü  demokrasinin olmazsa olmazlarındandır. Diğer yandan halkın bir vatandaş olarak haklarını kullanabilmesi için gerekli enformasyonu sağlar. Bireyin aktif siyasete katılımı da yine medya aracılığıyla gerçekleştirilir. Yurttaşlar medya aracılığıyla olayların yorumlanmasına ve tartışmalara katılabilirler, toplumun gelişimini ve siyasal tercihlerini etkileyen tutumlar edinebilirler ve eylemlerde bulunabilirler.

  Şimdiye kadar bahsettiklerimiz sadece olması gerekenlerdi. Realiteye göz attığımızda ise pratikteki durumun bu şekilde olmadığı rahatlıkla görülecektir. Kapitalistleşmeyle birlikte büyük şirketler, holdingler ve ulus ötesi sermaye kuruluşlarının oluşturduğu güçler klasik basın özgürlüğü kavramının içini boşalttı. Her türlü medya aracı; sermaye ve bu sermayeye hakim olanların çıkarları istikametinde yönlendirilerek, önceki monarşik ya da totaliter rejimler kadar büyük bir tehlike haline dönüştü. Medya gitgide fikir özgürlüğü konusu olmaktan çıkarak, toplumun ve bireylerin bu gücün olumsuz etkilerinden korunulması  gereken bir araç haline gelmeye başladı. Sermaye çevrelerinin yani kapitalist sınıfın bir kolu olarak çalışan günümüz medyası reklamlar aracılığıyla da kapitalizme en çok kazandıran tükettirme sektörü halini aldı. Artık programlar izleyiciler için değil, izleyicileri reklamcılara pazarlamak için yapılmaya başlandı.

  Burjuva sınıfının medyayı kendi çıkarları için ne şekilde kullandığını gördük. Şimdi de demokratik sistemlerde medyanın rolüne göz atalım. Siyasal sistemler içerisinde, meşrulaştırılmasında iletişime en çok ihtiyaç duyan demokrasidir. Bunun için modern hukuk devletinde en önemli ve etkin denetim organının özgür ve bağımsız medya olduğu kabul edilir. Tabi yine realiteye baktığımızda iktidara sahip olanların medyayı, sistemin yolsuzluklarını ve demokrasiyle bağdaşmayacak otoriter tutumlarını halktan gizlemek, sisteme meşruiyet kazandırmak için kullandıkları görülür. Siyaset bilimi düşünürlerinden Louis Althusser’in ‘‘devletin ideolojik aygıtları’’ tanımlaması tam da bu noktada medyanın nasıl kullanıldığını, iktidarın oyuncağı haline neden getirildiğini en iyi şekilde anlatmaktadır. Althusser’e göre modern devlet, kitleleri itaat altına almak ve sisteme bağlılıklarını sağlamak için eskiden olduğu gibi şiddet araçları kullanmak yerine; eğitim, din, aile, sendikalar ve medya gibi aygıtlarla ideolojilerini bireye şiddetsiz ve doğal yollardan kabul ettirir.

  Ülkemizde Taksim Gezi Parkı’nda başlayan ve sonrasında dalga dalga tüm yurda yayılan direniş esnasında Türkiye ana akım medyasının tutumu, devletin ideolojik aygıtları arasında en önemlilerinden birinin medya olduğunu açıkça göstermiştir. Polis şiddetinin en yoğun yaşandığı günlerde, kendilerini temelde halka haber veren bir kimlikle tanımlayan televizyon kanalları bile alakasız yayınlar yaparak öncelikli olarak kitlelerin gerçekleri görmesine engel olmuşlardır. Ancak durum sadece gerçeklerin gizlenmesiyle sınırlı kalmamıştır. Gerçeklerin gizlenmesinin yanı sıra manipüle edilmesi de devlet ideolojisinin yayılmasında önemli bir etkendir. Nitekim Gezi Parkı olaylarında da medya kuruluşları bu şekilde çalışmış ve olaylara uzak, gerçek niteliğinden habersiz kitlelere; yapılan devlet müdahaleleri meşru ve yerinde olarak gösterilmiştir.
  Medyanın bu kadar güvensizleşip, yozlaştığı bir ortamda ise sosyal medya devreye girmiş ve bireylerin olayları her yönden görüp inceleyebildiği, farklı yorumlara ulaşabildiği, kitlesel yayınların dayattığı gündemi değil de kendi gündemini takip edebildiği bir mecra halini almıştır. Peki sosyal medya neden bu kadar popüler oldu? Bu soruyu globalleşen dünyada yalnızlaşan ve kendine olan özsaygısını yitiren insana, sosyal medyanın kendisine bir birey olduğu hissettirmesi olarak cevap verirsek yanılmış olmayız. Sosyal medya bunu nasıl yapıyor soracak olursak da, hiçleşen ve atomizeleşen insanlara, ülke siyasetine aktif müdahale ve yurttaşlık bilincine ulaşabilme şansı verdiği için şeklinde cevaplayabiliriz. Sosyal medya ile birey artık fikirlerini özgürce dile getirebiliyor ve kamuoyu oluşturarak tepkisini dile getirip, beklentilerine dönüt alabiliyor. Yine sosyal mecralar sayesinde inisiyatif yayıncılık organına değil bireyin kendisine geçiyor. Birey hem takipçi oluyor hem de yayıncı olarak kamuoyunu etkileyebiliyor.Kısacası birey artık gündemin sahibi oluyor.