
Uluslararası
ilişkiler teorisi uluslararası olayların neden meydana geldikleri gibi olguları
açıklamaya çalışır.Teorisyenlerin büyük çoğunluğu egemen devletler arasındaki
ilişkiler hakkında spekülasyonlarda bulunurlar. Bunların amacı devletler
arasındaki karşılıklı politik etkileşim kalıplarını bulmak ve anlamaktır.[1]Bazıları
ise daha da ileri giderek bu etkileşim kalıplarından geçmişteki olayları
açıklayabilecek ve gelecekteki olayları öngörmelerine olanak sağlayabilecek
genel prensiplere ulaşmaya çalışırlar.[2]Bu çalışma süreçleri içinde kabaca
realist,liberal ve marksist olarak adlandırılan üç teorik yaklaşım öne
çıkmıştır.
Uluslararası politika alanında özellikle 1940’dan 1970’lere
kadarki çalışmaların ağırlık noktasını oluşturan klasik realist yaklaşımda güç
kavramı ve bu bağlamda ulusal güç ve insan unsuru merkezi bir öneme sahip
olmuştur. Realizm,devleti uluslararası ilişkilerin temel aktörü olarak kabul
ederek,uluslararası ilişkiler ve uluslararası politikayı devletler arasındaki
mücadele süreci olarak görmektedir.Devletin yekpare ve bütüncül bir aktör
olduğunu varsayan realistler devlet içi dinamikleri göz ardı etmektedir.Konular
arasında hiyerarşi gözeterek askeri ve güvenlik konularına öncelik veren realist
teoriler için güç uluslararası ilişkileri anlamada en temel
kavramdır.Uluslararası istikrarın sağlanması ve anlaşmazlıkların çözülmesi de
gücün kullanımıyla ilişkilendirilmektedir.[3]Aynı zamanda realistler,uluslararası sistemde devletlerin dışında başka
aktörler olup olmadığı üzerinde durmaz. Uluslararası örgütler, ulusal ve
uluslararası sivil toplum kuruluşları veya medya kuruluşlarının rolü dikkate
alınmaz.BM ve NATO gibi uluslararası örgütleri devletlerden ayrı bir varlıkları
olmadığı için uluslararası sistemde egemen aktör olarak ele almazlar.Keohane’a
göre,devletler dünya politika yapılan ortamında tek rasyonel aktördür ve bu
rasyonelliği kullanarak kendi karını maksimize etmeye çalışmaktadır. Güç
konusunda ise yazarın görüşü şu şekildedir,devletler güç elde etmek için
hareket ederler ve kendi çıkarlarını bu gücü elde etmek için bir araya
toplarlar.[4]Realistlere göre uluslararası ilişkilerin ana gündemini ulusal güvenlik
konuları oluşturmaktadır.Realistler için devletin varlığını sürdürmeye ilişkin
olan ulusal güvenlik konusu yüksek politika ticari, mali,parasal,sağlıkla
ilgili konular ise alçak politika olarak nitelendirilir. Devletlerin
çıkarlarına ulaşmak için kullanacakları temel unsur güçtür.Bu nedenle genelde realistler için güç
mücadelesi,uluslararası ilişkilerin temelini oluşturmaktadır.
Realizmin en güçlü
olduğu dönem ise I.Dünya Savaşı sırasında ve sonradan oluşan,1930'lardan
itibaren gelişme gösteren dünyadaki politik kargaşa, ve bu kargaşalar
sonucunda çeşitli ülkelerde
diktatörlerin hızla yönetimi ele geçirmeleri
bunun sonucunda ortaya çıkan II.Dünya Savaşı ve Uluslararası bir örgüt olan
Milletler Cemiyeti'nin uluslararası gelişmeler karşısındaki etkisizliği,yaygın
kanı olan idealistlerin
yanılmış olduklarını gösteriyordu.Bireyler doğası gereği ne mükemmeldiler, ne
de mükemmelleştirilebilirlerdi.II.Dünya Savaşı’ndan sonra çeşitli ülkelerde
çıkan ‘Vatandaşlık Krizleri’ Ahlakın uluslararası ilişkiler uygulamalarında
olmadığını göstermiştir. Milletler Cemiyeti’nin etkisizliği ise,devletlerin
uluslararası sistemde tek egemen aktör olduğunu göstermiştir. Genellikle askeri güçle
özdeşleştirilen "güç" ulus-devletlerin aralarındaki ilişkilerde
tek olarak görülmeye
başladı. Bu bağlamda güç politikalarının kaçınılmaz oldukları kabul
edilmişti.Realizm uluslararası uyuşmazlıkları açıklamak ve anlamak için günümüzde
hala ikna edici bir kuram olarak varlığını sürdürmektedir.
Günümüzde
realizm eskiye nazaran gücünü kaybetmiştir.Bugün realizm çeşitli noktalarda
eleştirilmektedir.İlk olarak realizmin uluslararası ortamı bir kaos olarak
sunması eleştirilmekte,belli dönemlerde bu varsayımın geçerliliğini yitirdiği
savunulmaktadır.Öte yandan,kaosu ve devletlerin bireysel güç maksimizasyonu
temel alan bir teorik yaklaşımın uluslararası kriz anlarında geleceği öngörme
kapasitesinin çok düşük olduğundan bahsedilmektedir.Dünya siyasetinde
devletlerin belirleyici aktörler olarak kabul edilmesinin sert gücü öne
çıkardığı,özellikle uzun süreli barış dönemlerinde ise yumuşak
gücün,dolayısıyla devlet-dışı aktörlerin daha fazla ön plana çıktığı da
telaffuz edilen eleştiriler arasındadır.Devletlere yapılan vurgu,çağa damgasını
vuran uluslararası örgütler,siyasal partiler, bu partilerin karizmatik
liderleri,birey faktörü ve yeni toplumsal hareketler gibi dikkate alınması
gereken faktörlerin de arka planda görülmesi,realizmi günümüz koşullarında
zayıf gösteren en önemli noktalardan biridir.[5]Günümüzde oluşan ekonomik iş birlikleri realizm
açıklayamamaktadır.Mesela günümüz Amerika-Çin ilişkisi göz önünde
bulundurulduğunda,bu ülkelerin iş birliğini bozmak istemesi iki ülkede de ciddi
krizler doğurur.
Klasik
liberal teoride birey temel analiz birimi olarak alınırken, liberal
uluslararası ilişkiler teorisinde hem analiz birimi sadece birey değildir hem
de analiz düzeyi olarak plüralist bir yaklaşım benimsenerek,uluslararası
ilişkiler ve devletin dış politikası birey, ulusal baskı grupları, devleti
uluslararası örgütler ve uluslaraşırı örgütlenmeler
düzeyinde (yani aktör düzeyinde) analiz edilmektedir.[6]Devletler arası kurumsal ilişkilerin
sadece ‘rejimler’ arasındaki hukuksal ve uluslararası ilişkiler
olmadığını,bunların daha ziyade belli durumlarda birbiriyle temas eden değer ve
norm sistemleri olduğunu ifade etmişlerdir.[7]Liberalizm taraftarlarına göre;sistem dâhilinde işbirliği ve ittifak
anlayışı beraberinde güç paylaşımını getirebilecektir. Realizme kıyasla çok
daha ılımlı bir yapıya sahip olan liberalizm, işbirliğini ve çoğulculuğu
savunmaktadır. Kant da Montesquieu ve Voltaire gibi savaşları önlemek için
mutlakiyetçi yönetimlere son verilmesi ve tüm dünyada demokratik ideallerin ve
halk egemenliğinin geçerli hale gelmesi gerektiğini savundu.Uluslararası
ilişkilerin görünürde egemen devletler arası ilişkiler gibi görülse bile
devletin soyut bireyin somut varlıklar olduğuna işaret ederek bireyi esas alan
uluslararası toplum anlayışını geliştirdi.[8]Bireyin çıkarlarının sistemin dinamiklerini oluşturduğunu
belirtmektedir. Liberalizm, dünya barışının serbest piyasa ekonomisi
kurallarının geçerli olduğu bir sistemde mümkün olabileceğini iddia
etmiştir.Ayrıca liberalizme göre demokratik olan devletler asla birbirleriyle
savaşmazlar.(Demokratik Barış Kuramı).Ekonomik ilişkiler devletleri ortak
menfaatlere sahip aktörler haline getirmektedir.Montesquieu barışı,
uluslararası ticaretin doğal bir sonucu olarak değerlendirmiş, aralarında
bağımlılık bulunan devletlerin
birbiriyle savaşmayacağını farz etmiştir.[9]Oneal, Russett ve
Berbaum’un ilgili çalışması, ekonomik alandaki karşılıklı bağımlılığın herhangi
iki ülke arasındaki çatışma ihtimalini %43 oranında düşürdüğünü göstermektedir.[10]Ancak ekonomik alandaki karşılıklı bağımlılığın daha çok liberal
rejimler arasında barışın korunmasına hizmet ettiği görülmektedir.[11]
I.Dünya Savaşı sırasında ve sonradan oluşan,1930'lardan itibaren
gelişme gösteren dünyadaki politik kargaşa, ve bu kargaşalar sonucunda çeşitli ülkelerde diktatörlerin hızla
yönetimi ele geçirmeleri
bunun sonucunda ortaya çıkan II.Dünya Savaşı ve Uluslararası bir örgüt olan
Milletler Cemiyeti'nin uluslararası gelişmeler karşısındaki etkisizliği,yaygın
liberal görüşü zayıflatmıştır.
Liberalizmin
zayıf yönlerini belirtmek gerekirse;ilk olarak liberal demokrasiye sahip
olmayan ülkeler arası ilişkilerin tam olarak belirlenememesi ve liberalizmin
insanı liberal demokrasi dışında barış ortamında yaşayabileceği bir durumu –ki
bu durumun örnekleri vardır.-açıklamakta eksik kaldığı görülmektedir.Liberal
demokrasi evrensel değildir,Avrupa-merkezli bir oluşumdur.Avrupa-merkezli bir
oluşumla tüm evreni açıklaması da beklenemez.Demokratik barış kuramına
gelindiğinde ise,bu kuramda batı merkezcidir aynı zamanda dışlamacıdır.Mesela
demokratik olmayan siyasal sistemleri göz ardı etmişlerdir.Yine aynı şekilde
Batı Avrupa’daki II. Dünya Savaşı sonrası hüküm süren barış ortamını, ABD
faktörü olmadan, sadece demokratik değer ve kurumların kazanım ve istikrarıyla
açıklamak mümkün değildir.[12]
Uluslararası sistemi ekonomik
kavramlarla açıklamaya çalışan Marksistlere göre, modern dünya sistemi olarak
tanımlanan uluslararası sistemin temel özelliği,kapitalist olması ve Merkez ve
Periferi (Çevre) olmak üzere esas olarak iki gruba ayrılmasıdır.Merkezde zengin
ülkeler yer alırken,Periferide yer alan ülkeler daha yoksul ülkelerdir.Bu iki
grup ülke arasındaki ilişki global iş bölümünün kurallarınca belirlenmektedir.Bu
yapı içerisinde yoksul ülkelerin sürekli olarak zengin ülkelere doğru bir artı
değer transferi söz konusu olduğundan,zenginler daha zengin olurken yoksullar
daha da yoksullaşmaktadır.Marksistlere göre bu adaletsiz gelir yaklaşık dört yüzyıldır
devam etmektedir.[13] Bu sistemin
devamlılığını nasıl sürdürdüğü konusunda ise çeşitli görüşler
bulunmaktadır.Bunlardan biri ise Marksistler bu sistemin hem uluslararası hem
de ulusal ölçekte geçerli olduğunu,her çevre ülkenin kendi merkezi ve çevresi
olduğunu dolayısıyla kendisi kapitalleşen çevre ülkenin çevresindeki sömürünün
katmerli olduğunu ifade etmiştir.[14]Ayrıca Galtung’un
emperyalizm teorisi ise merkezin merkezinin, çevrenin merkeziyle işbirliği
halinde hem kendi çevresini hem de çevrenin çevresini sömürerek yüksek oranda
artı değer transfer ettiğini ortaya koymuştur.Bu konuda diğer bir görüş ise
Wallerstein’in dünya sisteminde merkez ve çevre ülkeler arasındaki yarı-çevre
ülkelerin bulunması ve zaman zaman çevre ülkelerdeki yarı-çevreleşme ile
ülkelerinde oluşacak bir rahatlıkla sınıf mücadelesinin mutedil boyutta devam
edeceğinden sistemin devamlılığını sağlayacaktır.Marksist paradigmanın temel
varsayımlarından hareket
eden bu emperyalizm teorileri uluslararası ve olayları siyasal güçten ziyade
ekonomik getiriye dayandırılır.Marksistler uluslararası sistemi kapitalist üretim
tarzının şekillendirdiği bir yapı olarak görürler.Çoğu Marksist kuramcı
emperyalizmi kapitalizmin gelişim sürecindeki son aşama olarak görmektedir.Yine
Marksistlere göre,dünya politikasında hiyerarşik yapısı ve kapitalist dünya
sistemi sürdükçe gelişmiş kuzey ülkelerinin az gelişmiş kuzey ülkelerinin az
gelişmiş yoksul ülkeler üzerindeki hegemonik etkileri devam
edeceğinden,sanayileşmiş ülkelerin gerek sistemin işleyişine gerekse tek
taraflı olarak Üçüncü Dünya ülkeleri lehine anlamlı tavizlerde bulunacakları
beklenmemektedir.[15]
Marksizme yöneltilen eleştirilerde
ekonomik verilerin etkisinin aşırı abartıldığı üzerinde durulmaktadır.Bu kabul
edilirse yüzyıllardır uluslararası ilişkiler alanındaki düşünce birikimini yok
saymak gerekir.Diğer taraftan Marksistler periferi ülkelerdeki az gelişmişlik
sorunu analiz edilirken tamamen uluslararası faktörlere (kapitalist dünya
sistemi) dayandırılmakta içsel değişkenlerin önemi belirsizleşmektedir.Katı bir
bağımlılık tezi,az gelişmiş Üçüncü Dünya ülkelerindeki geri kalmışlığın suçunu
bütünüyle sanayileşmiş ülkelere yüklemektedir.[16]Ekonomik gelişmenin sağlanamamasında
iç faktörlerin göz arda edilmiş olması da marksizmin zayıf yönlerinden bir
tanesidir.Diğer bir taraftan Marksistler,Üçüncü Dünya ülkelerindeki gelişmeleri
görmezlikten geldikleri için de eleştirilmektedir.Örneğin
Venezuella,Brezilya,Singapur ve Güney Kore gibi ülkeler ayrıca bir Kuzey
Amerika ya da Avrupa ülkesi olmayan Japonya’nın gösterdiği başarının
kaydedilmesi gerekmektedir.Bu ülkeler bu yapı içinde bulundukları halde
yoksulluktan nasıl kurtuldular?Marksist kuram bu durumu açıklamada yetersiz
kalmaktadır.[17]Ayrıca kapitalist dünya sistemi teorisine yöneltilen eleştirilerde
teorinin dünya sistemini kapitalist olarak kabul ederken,Doğu Avrupa,SSCB ve
Çin Halk Cumhuriyeti gibi sosyalist ülkelerin durumunu göz ardı etmektedir.Bu
ülkelerin bir kısmının aynı zamanda sanayi ülkeleri olduğu da düşünüldüğünde
bunların Periferi ülkeler mi yoksa Merkez ülkeler olarak mı düşünüleceğini de
bu Marksist teoride yeterince açıklanamamıştır.[18]
Bu yazıda da belli olduğu gibi uluslararası ilişkiler
teorisyenleri uluslararası politika hakkında farklı görüşlere sahip
olmuşlardır.Bu farklı görüşleri güçlü ve zayıf yönlerini ve bu doğrultuda gelen
eleştirilere yer verdim.Ama yine de uluslararası sisteme egemen olan sistemin
kapitalist sistem olduğundan dolayı eksik birkaç noktası olmasına rağmen
kapitalizmin en iyi ve kapsamlı eleştirisini yapan Marksist kuramın günümüzde
uluslararası sistemi diğer kuramlara göre daha iyi açıkladığını düşünüyorum.
KAYNAKÇA
[1] D.Puchala,International Politics Today(New
York: Mead, 1971), s.I
[2] K.N.Waltz, Theory or International
Politics(New York:Random House,1979),
s. 1-3
[3] Tayyar
Arı,Uluslararası İlişkilere Giriş (MKM Yayınları 2010) s.22
[4] DONNELLY, Jack, ibid , 2000, s. 7.
[5]
Cengiz Çağla,Siyaset Bilimine Giriş (OMNİA Yayınları 2010) s.330
[6] www.kisiseldepresyonanlari.com/2010/12/30/uluslararasi-iliskiler-teorileri-tayyar-ari-7
[7]
Cengiz Çağla,Siyaset Bilimine Giriş (OMNİA Yayınları 2010) s.333
[8]
Tayyar Arı,Uluslararası İlişkilere Giriş (MKM Yayınları 2010) s.29
[9]
5 Robert Howse, “Montesquieu On Commerce, Conquest, War, and Peace,”
Brooklyn Journal of International Law 33
1 (2006): 693-694
[10] 6John R. Oneal, Bruce Russett ve Micheal L.
Berbaum, “Causes of Peace: Democracy,Interdependence, and International
Organizations, 1885-1992,”
International Studies Quarterly 47 3 (2003): 373
[11]
Andrew Moravscik, “Taking Preferences Seriously: A Liberal Theory of
International
Politics,”International Organization 51 4 (1997): 534
[12] İİbf Erciyes Dergisi Sayı 40 - s 15.
[13] (Krutsen,1992;236)
[14] Cengiz Çağla,Siyaset Bilimine Giriş (OMNİA
Yayınları 2010) s.336
[15] Tayyar Arı,Uluslararası İlişkilere Giriş
(MKM Yayınları 2010 ) s.34
[16]
Tayyar Arı Uluslararası İlişkiler Teorileri Çatışma,Hegemonya,İşbirliği (ALFA
Yayınları 2002) s.275
[17]
Tayyar Arı Uluslararası İlişkiler Teorileri Çatışma,Hegemonya,İşbirliği (ALFA
Yayınları 2002) s.287
[18] Tayyar Arı Uluslararası İlişkiler Teorileri
Çatışma,Hegemonya,İşbirliği (ALFA Yayınları 2002) s.307