15 Aralık 2013 Pazar

Türkiye'nin Demokratikleşme Sorunu

   
 
Günümüzde hala Türkiye'nin demokratikleşmesi yada demokratikleşememe sorunu vardır.Yakın tarihli ara rejimlerde, devleti birey aleyhine aşırı güçlendiren,demokratik rejimlerinin dokunulmaz ilan ettiği insan haklarını dar çerçeveye hapseden ,hukuk devletini ve yargı bağımsızlığını kısıtlayan bazı dayatmalarda bulunulmuştur.Demokratikleşmenin önünü tıkayan esas engel ise, geçmişten gelenlerden çok ,bunları aşma yolundaki oluşan siyasal irade eksikliği veya iktidarın ''konformist'' anlayışından kaynaklanmaktadır.Türkiye gibi coğu ülkelerde demokratikleşmenin yada demokratikleşememnin siyasal,hukuksal,toplumsal ve kültürel nedenler gibi çeşitli nedenleri vardır.Peki ''demokrasi'' kavramına nasıl yaklaşılmalı? Bu kavrama kurumlar ve ilkeler üzerinden yaklaşarak analiz etmeliyiz.
            Demokrasi kavramına kurumlar açısından ele aldığımızda ,devletin tüm yapı ve mekanizmalarından bakmamız gerekir.Çağdaş liberal demokrasilerinde kamu otoritesi üç farklı erk -yasama,yürütme,yargı - olarak örgütlenir.Bu üç erkin birbirinden bağımsız olarak birbirlerini denetmeleri toplumda yaşayan her bireyin temel hak ve özgürlüklerini güvence altına alır.Bu erklerin biraraya gelmesi veya birinde güç yoğunlaşmasıyla kırılgan olan demokrasi rejiminin baskı rejimine dönüşmesi kaçınılmazdır.Ülkemizi ele alacak olursak , son zamanlarda yürütme erkinin diğer erklere baskın olduğu ve yürütme erkinin başını çektiği bir güç yoğunlaşması görülmektedir.Mesela Adalet Bakanı'nın Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK) 'na başkanlık yapması ,yargı bağımsızlığını zedelemektedir.Bu gibi durumlarda oluşan güç yoğunlaşması iktidara keyfi yönetim fırsatı verir.Montesquieu bu erkler hakkında söylemi ''Güç, gücü durduracak! '' ülkemizde geçerliliğini yitirmektedir.Kurumlar üzerinden giderken ''temsili demokrasilerin '' önemli bir parçası olan siyasi partilerede bir değinelim.Partilerin çoğu kendini demokratik olarak görür veya kendini meşrulaştırmak için demokratik olarak gösterir.Fakat bu kendini demokratik gösteren partilerin içinde bile anti-demokratik yapılanmalar gözükmektedir.Bu konuda günümüz partilerin üst kademe yüneticilerine bakmak yeterlidir.Bu partilerde yıllardan beri aynı yöneticiler vardır.Fakat demoratik parti içi ilkesi, parti yöneticiliği için rekabeti öngörür.Bu konuyla ilgili olarak Roberto Michels, bütün demokratik örgütlerin zamanla oligarşiye dönüşüceğini ve bunu kaçınılmaz olduğunu söylemiştir.(Oligarşinin Tunç Yasası).
          Demokrasi kavramina eğer ilkeler düzeyinde bakıcak olursak,yurttaşların yönetime eşit olarak -farklı fikirlerin- katıldığı ,''çoğulculuk'' ve yurttaşların hukuken ve siyaseten eşitliğini öngören ''anayasa'' kavramlarına  bakmamız gerekir.Çoğulculuk üzerinden bakmak gerekirse, bir toplum siyasal düzeyde çoğulcu olduğu halde toplumda muhalefetin ve sivil toplum örgütleri iktidara ses çıkartamıyorsa otoritede çoğulculuk -Siyasal Çoğulculuk- veya toplumsal olarak ele aldığımzda azınlılarım temel hak ve özgürlükleri korunamıyorsa demokrasiden bahsetmek gülünç olur .Son zamanlarda görülen Gezi Parkı olaylarında televizyonlarda penguen belgesellerinin verilmesi,ülkemizde iktidarın siyasal toplumsallaşmanın önemli bir parçası ve devletin ideolojik aygıtlarından biri olan basın-yayın(kitle iletişim araçları) üzerinde etkili olup ,onu kısıtlayarak sivil toplum örgütlerinin ve muhalefetlerin bu organlara erişimini engellenmesi ve bunların seslerini çıkarmalarını önlemiştir.Son olarak da ''anayasa'' üzerinden gidecek olursak , anayasa normalde iktidarın keyfi yönetimini sınırlayan ve bireyin hak ve özgürlüklerini devlete karşı güvence altına alan toplum sözleşmesidir ve yurttaşlar arası kontrat niteliğindedir.Ülkemizdeki anayasaya bakıcak olursak , ülkemizde anayasayı bile kendimiz oluşturamıyoruz.Demokrasi ve anayasa gibi kavramlar bize tepeden inmiştir.Anayasanın  yurttaşlar arası kontrat olmaktan çok tepeden inme bir anayasa olduğu için demokratik olarak noksan olduğu noktalar vardır,demokratik olarak nitelendirilemez...

18 Kasım 2013 Pazartesi

Sübliminal Mesajlar

Bilinçaltımı Rahat Bırak

Post-modern pazarlama anlayışıyla, artık iyiden iyiye tüketici kapma yarışına dönen pazarlama dünyasında pazarlamacıların sonuca götüren her yolun mübah olduğunu düşünerek farklı teknikler kullanıldığı bilinmektedir. Bu tekniklerden biri, her ne kadar varlığı kesin olarak kanıtlanmış olmasa da "subliminal" diye isimlendirilen, bilinçaltı pazarlamadır. Peki nedir bu, üzerinde pek çok şey yazılıp çizilen bilinçaltı pazarlama?İlk olarak 1957 yılında Amerikalı pazar araştırmacısı olan  James Vicary tarafından ortaya atılan bu kavram, bilinçaltına mesaj göndererek insanları satın alma davranışına yönlendirmek anlamına gelmektedir.
James Vicary, 1957 yılında "Picnic" isimli sinema filminde, saniyenin 3 binde birinde "eat popcorn, drink coke" mesajlarını sinema perdesine yansıtarak insanların bilinçaltına mesaj gönderdiğini, ve böylece bu ürünlerin satışlarının yüksek oranda arttığını (patlamış mısır %50 civarında, kola %18 civarında artmış) iddia etmiştir. Yukarıda da bahsettiğim gibi, bu bilimsel olarak herhangi bir kanıta dayanmadığından sadece bir iddia olarak kalmıştır. Yine aynı tarihlerde Packard tarafından yazılan "The Hiddeen Persuaders" isimli kitapta insanların birtakım duyguları üzerine odaklanmış (umut, korku, cinsellik gibi) reklamların, insanların ihtiyaç duymadığı ya da niyet etmediği ürünleri almalarına ikna etmesi amacıyla kullanıldığını ortaya koymuştur. Packard, insanların bilinçaltının tepki verdiği 2 önemli olayın, "doğum" ve "ölüm" olduğunu söylemektedir. Doğumu, bilinçaltı reklamcıları seksi çağrıştıran unsurlar kullanarak, ölümü ise ölüm olayıyla ilgili korku unsurlarını kullanarak oluşturdukları mesajlarda yansıtmaktadırlar. Packard'a göre doğum ve ölüm kavramları evrensel kavramlardır, bu nedenle insanları bu kavramlar üzerine kurulmuş bilinçaltı mesajlarla etkilemek son derece kolay olmaktadır. Subliminal mesaj ve subliminal reklamcılıkla ilgili pek çok kitabın yazarı olan W. Bryan Key ise, bilinçaltı reklamcılarının, halkın bastırılmış seks güdüsünden yola çıkarak cinselliğe yönelik pek çok sembolün ve mesajların reklamlara yerleştirildiğini ve bu şekilde insanların bilinçaltının etkilendiğini söylemektedir.Key, subliminal mesajların, bilince yönelik olan subraliminal mesajlardan daha etkili olduğunu savunmaktadır.
Subliminal mesajların günümüzde, pek çok reklamda, ürün ambalajında, filmde ve film afişinde kullanıldığı bilinmektedir. Özellikle insanları, cinselliği çağrıştıran semboller kullanarak etkilemeye çalışan bilinçaltı reklamcıları, kayda değer bir başarıya ulaşmaktadırlar. Aşağıda, bilinçaltı mesajlar veren birtakım reklam afişleri yer almaktadır:





Yukarıdaki reklam afişinde içinde buz bulunan bardakta bariz bir şekilde "sex" kelimesinin yazılmış olduğu görülmektedir.




Yukarıdaki kutu, Pepsi'nin 6lı "Cool Can"  ambalajından, kutular üst üste geldiğinde, "sex" kelimesinin oluştuğu görülmektedir. Bir müşterinin, dikkatini çeken bu durumu Pepsi'ye iletmesi üzerine, Pepsi bunun sadece bir tesadüf olduğunu söylemiştir.



Sadece ürün reklamlarında değil, çizgi filmlerde de subliminal mesajların kullanıldığı söylenmektedir, yukarıdaki çizgi filmde yine bariz bir şekilde "sex" yazısını görmek mümkündür.
Bilinçaltı mesajları kolay bir şekilde görmek mümkün değildir, ancak bu mesajı tespit etmiş kişilerin göstermesiyle (tıpkı yukarıdaki reklamlarda olduğu gibi) mümkün olmaktadır, zaten onların amacı insanların bilinçaltına yerleşmek, böylece insanları bir ürünü satın almaya yönlendirmek ve insanlara bir fikri empoze etmektir. Klinig psikolog Zafer Akıncı, aileleri ciddi bir biçimde uyararak, özellikle çizgi filmler üzerinde bilinçaltı uygulamaların sıklıkla yapıldığını belirtmektedir. Akıncı ayrıca, bilinçaltının kendine ait olmayan bilgiyi kabul etmediğini, bilinçaltında herhangi bir inanç mekanizması varsa, o kişinin bu gibi mesajlardan etkilenmesinin çok zor olduğunu da eklemektedir. Bu nedenle ailelerin, çocuklarını iyi bir şekilde eğitmeleri gerektiğinin altını çizen Akıncı, ancak bu yöntemle, pek çok şekilde maruz kalınan bilinçaltı mesajlardan etkilenilmeyeceğini söylemektedir.
Bilinçaltı mesajların pek çok şarkıda da yer aldığı tartışılmaktadır. Şarkıların geri sarılıp dinlendiği zaman bu mesajların açık bir şekilde ortaya çıktığı söylenmektedir. Özellikle Madonna, Beatles, Metallica gibi müzisyen ve grupların şarkılarının tersten çalındığında, şeytana tapma kelimeleri içeren cümlelerin ortaya çıktığı söylenmektedir. "Back-masking" denilen bir teknikle, yapılan bu işlemle, çoğu şarkının tersten okunduğunda şeytanı öven ve ona tapan pek çok cümlenin ortaya çıktığı iddia edilmektedir. Örneğin Madonna'nın "Like A Prayer" isimli şarkısının tersten okunduğunda "hear our savior satan" cümlesinin ortaya çıktığı iddia edilmektedir. Geri sarma yapmadan da pek çok şarkının, bilinçaltına yönelik mesajlar içerdiği iddia edilmektedir. Örneğin Rihanna'nın "Diamonds" şarkısının bir yerinde geçen "at first sight I left the energy of sun rays, I saw the light inside your eyes" cümlesinin tamamen şeytana atfen yazıldığını, şeytanı gördüğünde güneş ışığından vazgeçerek ona olan tutkusunu anlattığı ifade edilmektedir. Tabi ki yukarıda bahsi geçen tüm bilinçaltı mesajların uygulama örnekleri bir iddiadan ibarettir; çünkü herhangi bir bilimsel dayanağı yoktur. Yani ürün ambalajlarında ortaya çıkan görüntü ve kelimeler tesadüf eseri olabilir, ya da back-masking denilen teknikle geriye sarılan şarkılardan çıkan sesler tamamen fonetiğe bağlı olarak ve/veya şartlanma sebebiyle (çünkü insanlar bilinçaltı mesaj var şüphesi ve önyargısıyla yaklaşınca öyle duyma ihtimalleri artar, ne de olsa nasıl bakarsan öyle görürsün) ortaya çıkmış olabilir. Cinselliğin ve ölüm duygusunun yer aldığı mesajların bariz bir biçimde bilince yönelik, yani subraliminal şekilde verildiği reklamlar da mevcuttur. Özellikle kadın bedenlerinin retorik bir şekilde kullanıldığı reklam filmleri, cinsellik unsurunu subraliminal bir şekilde kullanmaktadır. Bu durumun ise subliminal mesajlarla karıştırılmaması gerekir.
Bilinçaltı mesajlar, ki eğer varsa ve kullanılıyorsa, kötü niyetli insanlar ve sonuca götüren her yolun mübah olduğunu düşünen pazarlamacılar tarafından kötü amaçlarla kullanılabilir, ne de olsa pazarlamacılar için birincil amaç karşısındakini, ihtiyaç duymadığı ve almaya niyeti olmadığı bir ürünü almaya ikna etmesidir ve bunu her yola başvurarak yapabilir. Bu noktada yapılması gereken bilinçli bir tüketici olmak, ne istediğinin farkında olmak, ve her şeker veren amcanın peşinden gitmemektir...

15 Mayıs 2013 Çarşamba

DAYATMA


-İş kazası bir ip cambazı için ölüm demektir, bankada çalışan  Neriman Hanım için ise evrakların üzerine çay dökülmesidir.
-Kar yağması bir çocuk için okulların tatil olmasıdır, bir yetişkin için trafiğin kitlenmesidir.
-‘’Başın sağolsun” lafı söyleyen için bir görevini yapma, bir vicdanını rahatlatmadır. Duyan için dünyanın en ağır lafıdır.
-Cahile laf geçirememek, Galileo için engizisyon mahkemesine dünyanın döndüğünü anlatmaktır. Bir çocuk için atarinin televizyonu bozmadığını babaanneye anlatmaktır.
-Kuran, inanmayan için saçmalık, öylesine inanan için evin bir köşesinde durması gereken arapça kitap, gönülden inanan için lütuftur.
-Terörist, bir Amerikalı için Müslüman, bir Türk için PKK’lı, bir Filistinli için İsrail devletidir.
-Plüton, 5 sene önce lise giriş sınavlarına hazırlanan bir çocuk için gezegendir, bugün hazırlanan çocuk için değildir.
-Savaş, aşırı zenginler için fırsat, generaller için onur, masumlar için ölümdür.
-Korsan, yazarlar için hırsızlık, tezgâhtarlar için ekmek kapısıdır.
-Huzur, bencil için sürekli cebini doldurup kendini garantiye almaktır. Kalender için tanımadığı üstü başı dağınık bir adama yemek ısmarladıktan sonra cebinde kalan son parayla dolmuşa binmektir.
-Mütevazilik, kibirli insan için “mütevaziyim” demektir. Mütevazi adam için “ben de kibir sahibiyim” demektir.
-Veli toplantısı, notları iyi olan öğrenci için pek bir şey ifade etmez, notları kötü olan öğrenci için kara kara düşünme zamanıdır.
-Bayramlar ailesi olanlar için güzeldir, ailesi olmayan adam için sıradan bir gündür.
-Kurnazlık, bir çocuk için bakkala çaktırmadan içinde taso var mı diye cipsleri kurcalamaktır. Bir bakkal için “kaşarım kötü abi, beyaz peynir keseyim sana” deyip elinde kalan beyaz peyniri kakalamaktır.
-Vatanseverlik cahil için ölmektir, kafayı kullanan adam için hayattayken bir şeyler yapabilmektir.
-İnternet, ufku dar adam için Facebook’ta okey oynamaktır, ufku geniş insan için bütün dünyaya ulaşabilmektir.
-Akıllı çocuk, cahil anneye göre yerinde mal mal oturan çocuktur. Elinde kamerayla “komik bi şey yapsa da internet’e koysam” diye düşünüp bütün gün evladını çeken hödük anne için şımarık çocuktur.
-Saygı, cahil müslüman için başka insanların içkisine sigarasına laf atmaktır, akıl sahibi müslüman için müzik dinlerken “ezan mı okunuyor” tereddüttüne düştüğü an müziğin sesini bir an kısıp dışarıyı dinlemektir.
-Eğitim toplumun gözünde kolejdir, üniversitedir, diplomadır. Toplumun yanıldığını farkedenler için her türlü yeni bilgi ve fikirdir.
      İnsan içgüdüyle doğuştan gelen çok az şey haricinde kendi gözlemleyip yaşadıklarıyla öğreniyor dünyayı. Her insan farklı hayatlar yaşıyor, farklı olaylar gözlemliyor, farklı kişilerle ilişki kuruyor, ve ne gariptir ki her şeyi bu kadar “görelilik” üzerine olan insanın doğruları, doğru kabul ediliyor. Halbuki Plüton 5 sene önce de aynı Plüton’du, şu an da aynı Plüton. Plüton kendini bozmadı, Plüton değişmedi, o her zamanki gibi öyle dolanıp durdu yörüngesinde, değişen sadece insanın doğruları oldu. Bir şeyin “doğru” olması, insanların veya toplumun onu doğru bellemesiyle alakalı değildir. Fakat yine de doğası gereği kusurlu olmaya mahkum insanın doğruları doğru kabul ediliyor bu hayatta. İdamlar, karalamalar, eğitim, adalet hep bu insanın doğrularına göre şekillendiriliyor bu dünyada. Medya, insanların sevmeleri gereken kişileri nefret ettirebiliyor, nefret etmeleri gereken kişileri sevdirebiliyor. Korkmaları gereken şeye alıştırabiliyor, alışmaları gereken şeyden korkutabiliyor. Zira insanlardan oluşan bir dünyanın doğrularını belirlemenin yolu, bu insanlara doğumlarından itibaren bir şeyleri “doğru” diye dayatmaktan geçiyor. İnsan onu doğru kabul ederse, o şey doğru oluyor.
Öyleyse bir soru soracağım.
''Ya insanlar yanılıyorsa?''
Çarşamba, Mayıs 15, 2013