14 Ağustos 2016 Pazar

MAKALE ELEŞTİRİSİ ÖZETLERİ

                                                   TÜRK MODERNLEŞMESİNDE CİNSİYET

         Bu haftaki yazılarda genel itibariyle Türkiye’deki erkek egemen anlayışını –eril tahakkümüne- ve bunların üreticisi olan ‘’ataerkil’’ kurumların yapısına tarihsel bir gözlem yaparak günümüz koşullarında yorumlamıştır.
          İlk yazının ilk bölümlerine baktığımız zaman sistemin değişmesi sonucu erkeklik üzerindeki yaşlı erkek otoritesinin yerini giderek genç erkek otoritesine bıraktığından bahsediliyor. Genç erkekler para kazandıkları için ailedeki karar verici konumu ele geçirmişlerdir. Aynı zamanda burada kapitalizmin erkek bedeninin kas gücü olarak gördüğünü diğer yandan erkeği rasyonel bir varlık olarak görüp işadamını yarattığını söylüyor. Bu iki erkek çeşidinin bile farklı şekilde erkekliklerini toplumsal mecrada gösterdiğini vurgulanmaya çalışılmaktadır. Yazının ilerleyen kısımlarında ise, eğitimli, meslek sahibi fakat yalnızca yaşlı aile reisi erkeklerin otoritesine başkaldırı yapan bir modern erkek tasviri yapılmıştır. Bu modern erkekler cinsler arası eşitlik tartışmalarında mevcut sisteme muhalif olmayan bir duyarsızlık konumunda tasvir ediliyor. Bu bahsedilen eşitlik tartışmalarında ise var olan eşitsizliğin yaratılıştan gelen biyolojik farklarla alakalı olduğu ve tabiat gereği değiştirilemez olduğu bununda cinsel-toplumsal farkları zorunlu kaldığı düşüncesi toplumun muhafazakar ve bazı laik kesiminden destek alarak ‘erkek egemenliği’ düşüncesini beslediği vurgulanmıştır. Diğer bir taraftan, kadınların ve erkeklerin sadece istisnai olarak ortak toplumsal faaliyetlerde bir arada olması, diğer zamanlarda ayrı yaşamalarını vurgulayan bir cinsel tecrit kültürünün ülkemizde varlığından söz edilmektedir. Bu kültürün kadınları dışladığı vurgulanmıştır. Aynı zamanda ortaya çıkan ve popüler olan ‘erkek erkeğe’ vurgusu yapılmıştır. Son olarak ise, kadınların cinsel ve toplumsal yönden denetiminin ‘namus’ kavramı ile erkekler tarafından yapıldığı belirtilmiştir.
          İkinci yazıya baktığımızda ilk olarak bu cinsiyetçiliğin modernleşme sürecinde erkeklerin devlet, kadınlarında aile kurarak modern bir ulus yaratmasının sonucu olduğundan bahsedilmiştir. Bu alanda  kadınların yeni inşa edilen modern kurumların karar mercilerinde olmayışı, alt tabakalardaki işleri yapmaları genellikle sosyal işlerle meşgul edildiği vurgulanmıştır. Buna takriben genel olarak bakılan Türk modern düşüncesi içerisinde oluşan tartışmalarda kadınların erkeklerle benzer sorumluluk ve hak sahibi olduğu düşüncesi çok cılız kalmıştır. Yazının ilerleyen kısımlarında Anadolu kadını, köylü-kentli kadın sosyete kadın gibi kadın tiplemelerinden kısaca bahsederek eve bağlı kadının Türk kültürünce en makbul kadın olduğu eleştirisi yapılmıştır. Demokratikleşme vurgusu bile hala vatandaşların devletle olan tahakküm-özgürlük ilişkisine gönderme yaptığını belirterek burada Sol, liberal, kürt partilerine bir dokundurma yapmıştır. Son olarak, ideal kadın nasıl olur sorusuna değinilmiştir. Burada ‘ideal kadınlık’ sınırlarını saptama erkinin erkeklerde bulunduğu belirtilmiştir. Oysaki erkeklerin yanlışını saptama devlete aitti.
         Yazımız genel itibariyle Türkiye’deki erkek egemen anlayışını –eril tahakkümüne- ve bunların üreticisi olan ‘’ataerkil’’ kurumların yapısına tarihsel bir gözlem yaparak günümüz koşulları yorumlamaya çabası içerisindedir. Fakat yapılan bu yorumlamalar aşırı feminist görüş barındırarak, kadın üstüne eleştiri getirilmemiştir.

18 Şubat 2016 Perşembe

KÜRESEL MEDYA VE ULUSLARARASI İLİŞKİLER


      
    Dünyayı yöneten birileri varsa medyayı, iletişim araçlarını kullanması yüzde yüz mecburidir. Medya siyaset ilişkisi her zaman önemli tartışma alanlarından biri olagelmiştir. Siyasetin kamuoyu desteğine olan ihtiyacı, medyanın ise sahip olduğu toplumu etkileme gücü yönetenler nazarında medyayı önemli ve vazgeçilmez bir güç haline getirmiştir. Medya sadece ulusal düzeyde değil, uluslararası düzeyde de kamuoyunun desteğini kazanmak veya kamuoyunu istenilen tarzda yönlendirmek amacıyla kullanılan bir araç olmuştur.
          
           1970’lerde alt yapısı hazırlanan, 1980’li yıllarda etkin olmaya başlayan neo-liberalizm devletlerin ve siyasi yöneticilerin dışında toplumların hayatını şekillendiren başka güçlerin varlığını daha bariz şekilde ortaya çıkmasını sağladı, bu güçlerin elindeki en önemli araç olan medya ise tartışmaların odak noktasını oluşturmaktadır.
           McLuhan’a göre ‘’enformasyon artık alınıp satılan, ekonomik ticaret eşyası üretmekte kullanılan bir araç değildir; çünkü enformasyonun kendisi alınıp satılan bir meta haline gelmiştir’’. İletişim alanı tümüyle bir endüstriye dönüşmüştür. Ekonomik güç üretim araçlarını ellerinde bulunduranlardan, enformasyon üreten kitle iletişim araçlarını kontrol edenlerin ellerine geçmiştir.
           Basımevleri, yayın evleri, radyo, televizyon kuruluşları, basın, reklam, halkla ilişkiler ajansları, bilgi işlem merkezleri, veri bankaları vb. ile bu alanda kullanılan donanım maddeleri üreten ve/veya pazarlayan kuruluşlar değişik ölçeklerde ama mutlaka hemen her ülkede bulunmaktadır. Kuruluşların birçoğu artık ulusal ekonomik sınırlarını aşarak uluslararası ekonomik hayatın önemli unsuru olan çok uluslu dev şirketlerin kapsamına girmişlerdir.
         Uzun zamandır basın özgürlüğünü önüne her zaman engel olarak görülen devlet ve hükümetlerin yerine, farklı ulusal ve ulus ötesi bağlantılarıyla birlikte bambaşka güçlerin geçmekte olduğu gözlemlenen önemli bir olgu olarak karşımızda durmaktadır. Büyük şirketler, holdingler ve ulus ötesi sermaye kuruluşları oluşturduğu güçler klasik basın özgürlüğü kavramının içini boşalttı. Her türlü medya aracı sermaye ve bun sermayeye hakim olanların çıkarları istikametinde yönlendirilerek önceki monarşik ve totaliter yönetimler kadar belki onlardan da büyük tehlike haline dönüştü.
            Kapitalist müteşebbislerin denetiminde kurulan eğlence endüstrisinin basın özgürlüğünü tahrip ettiğine dair iddialar ise 20.yüzyılın başında artmaya başladı. Bu eleştiriler sade kapitalizmi tehdit eden sol aydınlar tarafından öne sürülmedi, farklı mülahazalarla muhafazakar çevreler tarafından da seslendirildi. Birinci Dünya Savaşı sonrası dönemi şahitlik eden MaxWeber’de sermayenin temerküzüyle basının politik işlevlerini kaybettiğini, gazeteciliğin siyasi hayat içindeki etkisinin azaldığını, sansasyonel haberlerin gazetecilik onurunu zedelediğini ifade etmiştir.
          Son dönemde medya yatırımları ekonomik sistemler içinde çok önemli yerler tutmaya başlamıştır. Mesela 1990’larda Robert Murdoch’a uluslararası medya şirketi News Corporotion’un ekonomik bir krize girmesini tüm batı ekonomik sistemlerine yan etkileri olabileceğinden söz etmektedir. Çünkü News Avustralya medyasının %70’ine, İngiltere’de %30-%40 arası bir paya, Amerika’nın önemli bir televizyon kuruluşuna hakim dünyanın en önemli medya şirketlerinden birisiydi. Onun zarar görmesinin dünya ekonomisine tesir edebilecek bir öneme sahip olduğu iddia edilmekteydi.
         Medyanın bu ticari boyutu, iletişim aracının kültürel ve sosyopolitik işlevi konusunda problemler olmaksızın gerçekleşmemiştir. Bu sektörde grupların ya da menfaat düşkünlerinin ortaya çıkışı derin eleştirilere yol açmıştır. Bununla birlikte, iletişim aracı enformasyon ve güç arasındaki ilişki gazete yatırımcıları ve yöneticilerini bekleyebildikleri mali kardan ziyade genellikle nüfuzla güdülemeye itmiştir. Dünyanın çok sayılı bölgesi özellikle de Avrupa’dakileri saymazsak gazeteler çoğu kez iş adamlarının ve büyük sermayenin yatırım alanı olmuştur. 1990’lardan sonra ise aynı olgu Avrupa’da yaşanmaya başlamıştır. Köklü bir kamu anlayışına sahip olan Batı Avrupa ülkelerinde de yayıncılığın ticarileşmesiyle devletçi yayın politikaları terk edilerek, devletin yayın alanına müdahalesini engelleyen liberal yasal düzenlemeler getirilmiştir. Kamusal yayın kuruluşlarının hakimiyetindeki Batı Avrupa ülkelerinde yayın alanının ticari kuruluşlara da açılması ‘’commercialization’’ olarak adlandırılmaktadır.
          Bütün bunlarla anlatılmak istenen medyanın küresel sermayenin memurluğunu yapmak zorunda olduğudur. Her ihtiyaç doğduğunda güçlü bir şekilde aykırı ses çıkarabilecek bir medyanın olması şimdilik mümkün görülmemektedir. Peki neden bu böyledir? Çünkü dünyanın sömürülen insanları, Marx’ın deyimiyle zincirlerinden başka bir şey kalmamış insanlar birleşemedikleri için.
             Küresel sermaye sahiplerinin uluslararası siyaseti ve kamuoyunu etkilemek ve doğru bilgi almasını engelleyerek kendileri aleyhinde tutum takınılmasını önlemek için neler yaptıklarına bir örnek verelim. Ayrıca verilecek örnek ellerinin ne kadar uzun olduğunu göstermek açısından da faydalı olacaktır. MerdehayVanunu, İsrail’in Dimona üssünde atom bombalarının imal edildiği tesisten o 57 fotoğrafla Londra’ya geldiğinde Sunday Times muhabiri bu mevzuyu haber yapmaya çalışırken İsrail istihbaratı konuyu öğrenir ve hemen embedded(iliştirilmiş) gazetelerden birisini devreye sokar. Tahmin edilebileceği gibi bu gazete, küresel sermayenin medya patronluğuna atadığı kişiye aittir(Daily Mirror). Gazete hemen ‘’bir sahtekar ortaya çıkmış’’ diye yayın yaparak haberi Sunday Times’in elinde patlatır ve yayına önceden büyük ölçüde etkisiz hale getirmeye çalışır. Bu patron Robert Murdoch’tur.
             Bir diğer örnek ise, Filistin topraklarında, bir İsrail tankı altında can veren Amerikalı bir kadın hakkında yapılan bir piyesin sahnelenmekten vazgeçilmesidir. Filistin’de Filistinlilere yapılan zulümleri protesto etmek için orda bulunan bir barış gönüllüsüydü ve bir İsrail tankı onu ezdi. Sonra bu olayla ilgili New York’ta, Broadway’de oynatılmak üzere bir piyes yapıldı. Amerika’daki Yahudi çevreleri ve İsrail ayağa kalktı: ’’Bunu oynatamazsınız!’’ diye tepki gösterdi. Tiyatronun genel direktörü de bir açıklama yaptı: ‘’Bazı duyarlılıkların üzerine olumsuz etkisi olacak’’ gibilerle yusyuvarlak bir lafla, kısacası güya diplomatik denecek bir gerekçeyle piyesi sahnelemekten vazgeçildiğini ilan etti. Sanatçılar ise ‘’bu korkunun tezahürüdür.’’ diyorlar. Bu sansür doğrudan doğruya Amerika’daki Yahudi lobisinin baskısıyla uygulandı. Amerika’da nüfusun %6’sını oluşturan bir kitle, belki de bütün insanlığın izlemeyi isteyebileceği bir oyunu sahneden kaldırtabiliyor.
        Sonuç olarak medya sektörünün varoluş tarzı itibariyle parayı verenin düdüğü çalması kaçınılmazdır. Küresel medyada hükmedenler, tıpkı İsrail gibi, ne kadar kana susamışta olsalar kendilerini dünyaya başka şekillerde tanıtabilirler. Medyayı kullanma gücü olanlar uluslararası düzeyde propaganda yapma ve dünyayı etkileme gücüne sahip olarak uluslararası siyasete yön verirler. Uluslararası ilişkilerde  ak ve karayı onlar belirler, istediklerini yüceltir istemedikleri hakkında karalama yaparak ulusları veya başka küresel aktörleri ötekileştirirler.

Medya ve Uluslararası İlişkiler

          Uluslararası bir sistemde ‘’güç’’ mefhumu eskiden Morgenthau’nun da belirttiği gibi coğrafya, doğal kaynaklar, endüstriyel kapasite, ulusal moral ve ulusal karakter gibi unsurlardan oluşuyordu. Lakin, devletin bu unsurlara sahip olması eski uluslararası sistemde yeterli görülse bile, günümüz sisteminde bu etmenlerin güç olarak tanımlanabilmesi için bu saydığımız unsurların diğer ülke ve ülkelerin davranışları üzerinde tesir edebilecek şekilde olmalı, yani devlet bunları siyasal amaçları doğrultusunda kullanabilmelidir. Bu sebepten dolayı devletlerin ‘’Dördüncü Gücü’’ olarak da bilinen kitle haberleşme araçlarının öneminin günümüzde gittikçe attığını söyleyebiliriz. Çünkü özellikle 1990’larda Sovyetlerin dağılmasıyla birlikte güç kazanan Batı ve Amerikan eksenli liberalizm ve neoliberalizm akımlarının tesiriyle atomlaşan bireyler zamanla çağdaş toplum içerisinde birbirinden kopuk parçalara dönüşmüşlerdir. Bu nedenle de bireyler medya gibi güçlerin karşısında daha kolay etkilenebilir bir pozisyona düşmüşlerdir,dolayısıyla da kitle iletişim araçlarının tesirine karşı çok daha korumasızdır.Buraya kadar yapmış olduğumuz analizden de anlaşılacağı gibi eskilerin ‘’kaba gücü’’ yerini artık ‘’ılıca güce’’ bırakmıştır. ABD eski dışişleri bakanlarından Madeleine Albright’ın ‘’CNN Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin onaltıncı üyesidir.’’ sözü medyanın uluslararası politika da önemli bir güç unsuru olduğunu ifade ederken aynı zamanda yukarıda yapmış olduğumuz analizi doğrulamaktadır.
          Küreselleşme sürecinin getirdiği teknolojik gelişmeler, kamuoyunu yönlendiren ve rıza üreten kitle haberleşme araçlarının önemini arttırmaktadır. Kitle iletişim araçlarının toplum ve siyaset üzerindeki etkisini, Amerikalı siyaset bilimci Richard Fagen’in verdiği şu örnek çarpıcı bir biçimde açıklamıştır. ‘’Eğer 2 bin kişiyi kitle iletişim araçlarında kilit noktalara yerleştirebilecek bir düzenbazlık şebekesi kurabilme imkanı olsa, Amerika’nın tümünü ve dünyanın büyük kısmını ABD Başkanının öldüğüne inandırmak içten bile değildir.’’ Medya kamuoyunu yönlendiren çok önemli bir güç haline geldikçe, medyayı da yönlendirmek isteyen başka güçler ortaya çıkmaktadır ki bu güçlerin başında siyaset gelir. Özellikle siyasi liderler medyayı kendi tekellerinde tutmaya çalışır. Bu noktaya ise, İkinci Dünya Savaşı döneminde medyanın yıkıcı gücünü fark eden Adolf Hitler liderliğindeki Nazi Partisi’nin Alman medyasının neredeyse tamamını tirajlar göz önüne alınırsa toplamda %96’sını kendi emelleri doğrultusunda kullanması ve yönlendirmesi, yaptığımız tespite ışık tutmaktadır. Aslında çoğu zaman rıza mekanizması olarak da nitelendirebileceğimiz medya, siyasal iktidarların istikrar sağlamasına olanak sağlamaktadır. Muhakkak ki böyle bir güce herkes sahip olmak ister, fakat herkes sahip olamaz. Gerek ülkeler içerisinde gerek ise uluslararası arenada medya gücüne sahip olmada tekelleşmeler meydana gelmiştir. Gelişen teknolojinin gereği böyle bir girişim her geçen gün daha pahalı olmaktadır. Georges Burdeau’nun ‘’Sermayesi olanlar düşünceleri seçebilirler, ama düşünceler sermaye bulamazlar.’’ sözü yaptığımız tespiti doğrulamaktadır. Medyayı para ile yönlendirmek veya denetlemek de tarih boyunca sürekli denenmiştir. Örneğin; II.Abdulhamit’in hakkında olumsuz yazı yazılmasını engellemek maksadıyla Paris’te yayımlanan 17 gazeteye el altından para dağıtmıştır. Ülke içerisinde devlet zoru ile sağladığını, uluslararası ortamda para gücü ile sağlamıştır.
       
            Örneklerle konuya biraz ışık tutmak gerekirse, ilk olarak 1955-1965 Vietnam savaşı sırasında savaş alanında olup biten tüm olumsuzlukları medya vasıtasıyla uluslararası sisteme ve ABD kamuoyuna yansıması sonucunda yükselen tepkiyle karşılaşan ABD yönetiminin bu savaşı gerekli gösterme politikasının inandırıcılığının sorgulanmasına  ve artan tepkiler üzerine ABD’nin kuvvetlerini Vietnam’dan çekmek zorunda kalmasına sebep olmuştur.
         

          Diğer bir örneğe bakacak olursak, Soğuk Savaş sırasındaki ‘’Radio Free Europe’’ radyosu, gelişmeler hakkında yeterli bilgiye ulaşması engellenen Doğu Bloku ülkelerinin halkına ‘’tarafsız’’ haber alma gibi en temel demokratik hakkını sunma bahanesiyle ABD senatosu tarafından kurulmuştur ve bu radyonun Doğu Bloku’nun içten çökertilmesinde ki payı görmezden gelinemez.
         
              Günümüze doğru yaklaştıkça yine bu hususta başka bir örnek göze çarpmaktadır. Arap Baharı, kimisi buna sosyal medya devrimi de demektedir ki, söylemlerinde haklılardır.Tabiki de sosyal medya başlı başına Arap Baharı’nı yöneten bir güç olmamıştır ancak sosyal medya olmasa belki pek de organize olamayan küçük çaplı gösteriler olarak kalacak, uluslararası sistemde büyük bir yankı uyandırmayacaktı. Diğer bir deyişle, sosyal medya Arap Baharı’nın harekete geçiricisi ve tamamlayıcısı işlevini görmüştür.
         
           
           Sosyal medya, Tunus’ta devrim günlerinde yaygınlaşmış ve devrim başladıktan sonra etkileri hissedilmiştir. Mısır’da Arap Baharı’ndan çok önce sosyal medya araçları kullanılmakta olduğunu görmekteyiz.Libya’da ise yasaklanarak kullanımı asgari düzeyde tutulmaya çalışılmıştır. Devrilen liderlerin yasaklama ile sosyal medya araçlarının devrimleri kolaylaştıran, hareketlendiren ve organize eden faktörlerin başında yer aldığı sonucuna ulaşmaktayız. Bu noktada göze çarpan diğer bir ayrıntı ise, uluslararası platformda küresel medya aracı olan Twitter’da 2011 yılı içerisinde en çok geçen kelimenin ‘’Mısır’’ olduğudur.

          Genel olarak baktığımızda, küreselleşmeyle beraber kamuoyunu ikna eden ve rıza imal eden kitle haberleşme araçlarının önemi hızla artmaktadır. Bu artışa duyarsız kalmayan diğer güçler –ki bunlar genellikle siyasiler oluyor- bu güce sahip olmak istemektedir.Çünkü fazla kompleks bir yapıya sahip olan kamuoyuna nüfuz edebilmenin en etkili yolu, medyayı kendi çıkarları doğrultusunda kullanmaktan çeker. Önceden de belirttiğimiz gibi, medyayı yönlendirmek ve kontrol etmek isteyen kurumların başında siyaset gelir.Siyasal iktidarlar, medya gücünü ellerinde tutmaya çalışırlar, çünkü medya siyasi iktidarların gerek devlet içi gerek ise uluslararası alanda yaptıkları fiilleri meşrulaştırabilecek bir meşruiyet makinesi işlevi görebilmektedir.Gerek devlet içi, gerek ise uluslararası sistemde fiziksel güç ile rıza mefhumunun dengesini koruması açısından medya son derece önemli bir rol oynamaktadır.

Başkanlık Sistemi ve Türkiye


          Bugün Türkiye ‘başkanlık sistemi’ni tartışıyor. Reis-i cumhurluk makamına halkın reyi ile oturmuş, yani ‘seçilmiş’ Recep Tayyip Erdoğan, ‘terleyen Cumhurbaşkanı’ ifadesi ile böyle bir münakaşanın zuhurunun ilk sinyallerini vermişti. Aslında, evvelden beri Adalet ve Kalkınma Partisi’nin lider kadrosunda böyle bir meyil olduğu da aşikârdı. İslâmcılıktan, kendi deyimiyle muhafazakâr-demokratlığa evrilmiş bir parti hüviyetindeki AKP, ‘Millî Görüş gömleğini çıkarmak sûretiyle’ sesini herkese duyurmaya çalışırken, İslâmcılığını da dönüştürmüş ve yumuşak ‘İslâm Medeniyeti’ söyleminin içerisine yerleştirmişti. Merhum Necib Fazıl’ın yetiştirdiği bu gençler, ‘Başyücelik Devleti’ adındaki sufî, sünnî ve federatif bir İslâm devleti hayalinden vazgeçmiş durumdalar; şuanda da laikliği sadece kurumsal manada ele alan merkezî ve otoriter bir devlet aşkıyla yanıp tutuşuyorlar. Bunun adı da ‘Yeni Türkiye’. Yani AKP, kendisini meydana getiren dinamiklerden de büyük oranda uzaklaşarak, bir anlamda mankurtlaşmış, garip bir tabanı olan, belirli bir elit takımının kişisel hırsları ekseninde siyaset eden bir parti haline gelmiştir. Yeni Türkiye dedikleri de, bu partinin malum elit takımının hırslarının bir neticesi ve tezahürüdür. Yoksa ortaya konmuş bir vizyon değildir.
          Peki, başkanlık sistemi tartışması niçin ortaya atıldı ve böyle bir şey olursa getirip götürecekleri şeyler neler, yazımızın mevzuu bu olmalı. Kanaatimce, Türkiye 2007’deki anayasa değişikliğinden beri bu sürecin içerisinde. Mezkûr değişiklik, cumhurbaşkanlık makamını parlamenter sistemin ruhuyla bağdaşmayacak şekilde, ‘seçilmiş’, dolayısıyla bu mahiyetle beraber, ‘sorumlu’ kıldı. Zaten darbe anayasasının Kenan Evren’den beri reis-i cumhurlara verdiği, parlamenter sistemlere göre olağanüstü salâhiyetle bu ‘seçilmişlik’ de eklenince, Türkiye constitutional olarak olarak olmasa bile, fiilen bir yarı başkanlık dönemi yaşamaktadır. Yani de jure olarak Türkiye, hukukî düzlemde bir parlamenter demokrasidir; ama de facto, yani fiilî olarak, bunu söylemek oldukça güçleşmiş bir vaziyettedir. (Tabii, Türkiye’deki anayasanın başkanvari yetkilerle donattığı Cumhurbaşkanlığı makamını göz önüne alırsak, bu sefer 1982’den beri sadece fiilen değil, anayasal olarak da yarı başkanlık sisteminin tatbik edildiği söylenebilir ama burası spekülatif olduğu ve farklı hukukçuların müspet veya menfi cevap verdiği bir mevzu olduğu için, benim bu hususta görüş belirtmem doğru olmaz). Erdoğan’ın ‘terleyen Cumhurbaşkanı’ olarak ifade ettiği; siyasete icabında müdahale eden, siyaset üstü değil, siyaset içerisinde hareket eden, evvelden ayrıldığı partisinin adaylarına varıncaya kadar görüş bildiren bir reis-i cumhurluğu, anayasal anlamda parlamenter demokrasi sınırları içerisinde izah etmek mümkün değildir; ama bunu fiilî durum bakımından vuzuha erdirmek basittir: Erdoğan’ın şahsî hırsları, ‘seçilmiş’likle ve darbe anayasasının cumhurbaşkanlarına tanıdığı olağanüstü yetkiyle birleşince, ortaya çıkan fiilî durum budur.
          Lakin, Türkiye’deki başkanlık sistemi tartışmaları AKP dönemiyle sınırlı değil. Aslında Türkiye gibi demokrasi kültürünün yerleşmediği ülkelerde, halkın sağ duyusuna bir şekilde kendisine sokmuş karizmatik liderler, sürekli demagoji yaparak seçim kazanabilmekte ve bu da bir ‘lider kültü’ doğurmaktadır. Partilerin seçim beyannamelerine, parti programlarına bir kere bakmamış seçmen, inandığı bir ‘önder’e reyini rehin vermekte, o ne derse onu yapmayı marifet saymaktadır. Yani, başkanlık sistemi münakaşasını yalnızca kurumsal ve ilmî bir tartışma saymamak, meseleyi davranışsalcı açıdan da incelemek gerekmektedir. Zira Türkiye bu anlamda bir madendir. Meselâ, Anavatan Partisi (ANAP) ve bu partinin uğradığı akıbet, bize bir konuda fikir vermektedir. Turgut Özal’ın parti liderliğini bırakıp, cumhurbaşkanlık makamına oturmasıyla birlikte partinin irtifa kaybedişi, Türkiye’deki seçmenin en azından önemli bir kısmının, karizmatik liderliğe, partinin kendisinden daha çok önem verdiği gerçeğini yüzümüze vurmaktadır. Bu anlamda, 1923’ten beri, bilhassa 60’lardan itibaren hız kazanarak, her gelen karizmatik lider, bizlere fiilî bir başkanlık tecrübesi yaşatmaktadır. Gazi Mustafa Kemal, yaşadığı dönemde neredeyse ele alınmadık bir yetki bırakmamış, İsmet İnönü kendisini ebedî ve millî şef ilan ettirmiş; Adnan Menderes, Süleyman Demirel, Turgut Özal ve R. T. Erdoğan gibiler de ağızlarından ‘başkanlık sistemi’ni düşürmemiş kişiliklerdir. Onların devirleri de, karizmatik kişiliklerinde iktidarı şahsîleştirdikleri ve bu da geçmiş Türk ve İslâm ananesinde bulunan ‘lider telakkisi’ne uygun düştüğü için, umumiyetle seslendikleri muhafazakâr ve milliyetçi çevreler tarafından hüsnü kabulle karşılanmış, güçlü ve seçilmiş başbakanlar olarak memlekete bir nevi başkanlık sistemi deneyimi yaşatmışlardır. Türkiye, 2007’deki anayasa değişikliğinin ardından, yalnızca bu sürecin adını koymaya bir adım daha yaklaşmıştır. Türkiye’de seçmen, adeta Amerika’daki seçimler gibi, lidere, onun şahsî kampanyasına ve tesbit edilen namzedlere oy veriyor gibi gözükmektedir. Bu anlamda, başkanlık sisteminin, Türkiye’deki seçmene daha çok hitâb ettiği açık olsa gerektir.
          Türkiye’de Kenan Evren döneminden beri yaşanan ‘güçlü cumhurbaşkanı-güçlü ve seçilmiş başbakan’ çekişmesi, 2007’den sonra ‘güçlü ve seçilmiş cumhurbaşkanı-güçlü ve seçilmiş başbakan’ mücadelesine yerini bıraktı. Bu ikilinin aynı partiden olduğu bu dönemde pek bir problem yaşanmasa da, bu kişiler karizmalarını yitirdiklerinde ve ülke parlamenter sistemin işleyişinden kaynaklanan sıkıntılarla bu absürd durumu bir arada yaşadığında, Ahmed Necdet Sezer ve AKP hükûmeti arasında yaşanan sıkıntıların kaç mislinin ayyuka çıkacağı, büyük bir soru işaretidir. Parlamenter sistemin mahzuru da bu olsa gerek; cumhurbaşkanı ile başbakan aynı partiden olunca, ortada demokrasi namına pek bir şey kalmıyor, reis-i cumhur sanki bir noter mahiyetinde oluyor, başbakan memlekete fiilen başkanlık sistemindeki gibi hükûmet ediyor. Mecliste ekseriyeti elde ettiği için, memleketin tek hâkimi konumunda bulunuyor, parti grubuna da disiplinli bir şekilde hükmederek, adeta ‘seçilmiş bir kral’ gibi icrâ vazifesini yürütebiliyor. Tersi olursa, bu sefer çekişme oluyor, Türkiye’deki gelişmiş parlamenter demokrasilerdeki gibi sistemin mahzurlarını bertaraf edecek demokratik tedbirler olmadığı, bunu bırakın, güçsüz olması gereken reis-i cumhuru daha da güçlendirecek anayasal yetkiler barındırdığı için, bu çekişme çok daha şiddetli yaşanıyor.

          Türkiye için başkanlık sisteminin, tarihî reflekslerimize ve seçmen davranışlarımıza daha uygun düştüğü aşikâr. Fakat, başkanlık sistemini demokratik kılan (ABD örneği) ve kılmayan (Latin Amerika örneği) olgu, bizde ne tarafta, ona bakmak lazım geliyor. Biz hangi örneğe daha yakınız diye sorarsak, kimsenin ayağa kalkarak, ‘Amerika!’ diye bağırmayacağından emin olabiliriz. Amerika’daki partilerin hususiyeti, seçmen davranışları, ideolojilerin benzerliği, güçlü federalizm ve yargı bağımsızlığı, dar bölge sistemi vesaire bizde olmayan hususiyetlerdir. Parlamenter demokrasiler, kraliyetler içerisindeki parlamentoların ‘kralın yetkilerini kemirmesiyle’ ortaya çıkmış rejimler olduğu için, esası İngiltere ve İsveç gibi ülkelere dayanır. Bizde ise yıkıldığında parlamenter demokrasiyi tatbik eden, mahallî idareye dayanan Osmanlı mirası dışlanmış, cumhuriyet ilan edilmiş ve bu sâbık rejimden çok daha otoriter bir hale dönüşmüştür. İlber Ortaylı’nın ifade ettiği gibi, padişahın örf ve şeriatla kısıtlanmış sınırlı bir teşriî salâhiyeti vardı. Her kanunu çıkarması mümkün değildi. Fransız diplomat d’Ohsson, ‘Sultan Türklere, Mevkûfat da sultana hükmeder’ derken, kastettiği bu idi. (Mevkûfat: Hanefî mezhebinin sahih kavillerinin bir araya getirildiği, muteber bir İslâm hukuku kitabı). Rumeli kazaskeri Fenerîzâde Efendi, ‘sadrazam köle’ diye, o zamanın başvekili sayılan Makbul İbrahim Paşanın şahitliğini padişaha rağmen reddetmişti. Bu, Osmanlılarda padişahın her şeye güç yetiremediğinin en mühim göstergesidir. Monarşilerde parlamentonun sorumsuz ve yetkisiz kıldığı, memleketin birliğini simgeleyen, herkesin hürmet ettiği bir kralın yerine; bizim gibi üçüncü sınıf cumhuriyetlerde yetkili ve başkanvari yetkilere sahip cumhurbaşkanı getirilmiş, o da belirli bir parti orijinli olduğu için sürekli bir çekişme meydana gelmiştir. Bunun mahzurlarını bertaraf etmenin demokratik kültürden geçtiği ve bizim bunu elde edemediğimiz düşünüldüğünde, sistemin adını koymak, en azından başbakanın dahi kimi zaman fiilî olarak başkan gibi hükmettiği bu garip ülkede, ‘eski kralların haşmetini andıran’ bir başkanın başa geçmesini arzu eden halka istediğini vermek, belki de yerinde olacaktır. Türkiye, Latin Amerika modeline daha yakındır ama Latin Amerika da değildir, tarihi boyunca sömürge durumuna düşmemiş, Avrupa ile yakın temas halinde kalmıştır. Türkiye’deki ‘başkanlık sistemi vizyonu’nun ilkelerini gördüğümüz zaman, bu konuda daha net konuşabiliriz. Eğer Latin Amerika modelindeki gibi başkana meclisi fesh hakkı vesaire verilirse, o zaman işler değişir. Fakat Latin Amerika’da önemli rol oynayan ordunun Türkiye’de etkisiz hale getirilmesiyle, ‘diktatörlük temayülü’nün büyük ölçüde önlenmiş olacağı da unutulmamalıdır. Güçlü icrâ, istikrarlı bir yapı, mesuliyetin kimde olduğunun belli oluşu başkanlık sistemini çekici kılan unsurlardır ve günümüzde de en büyük ehemmiyet kazanan hususlar bunlardır. Garip, ne idüğü belirsiz bir rejim olmaktansa, sistemin adını koymak, Türkiye’nin yararına olacaktır.

SİYASAL KATILIMDA MEDYA


       
 
      Medya-siyaset ilişkisi her zaman önemli tartışma alanlarından biri olagelmiştir. Siyasetin kamuoyu desteğine olan ihtiyacı, medyanın ise sahip olduğu toplumu etkileme gücü, yönetenler nazarında medyayı önemli ve vazgeçilmez bir güç haline getirmiştir.

 Medya sadece demokratik ülkelerde değil, demokrasi dışı yönetimlerde de halkın desteğini kazanmak veya halka istenilen tarzda yönlendirmek amacıyla kullanılan bir araç olarak önemi inkar edilemez bir güçtür. İkinci dünya savaşı öncesindeki Hitler’ci propaganda medya aracılığıyla yürütülen faaliyetlerin nasıl da kitleleri peşinden sürükleme gücüne sahip olduğunu gösteriyordu. Demokratik olmayan rejimlerde medyanın etkileme gücüne bir diğer örneği ise Mussolini’nin çağdaş insanın hayret verecek kadar inanmaya hazır bir yaratık olduğunu söylerkenki farkındalığından da anlayabiliriz.

  Medyanın demokratik rejimlerdeki önemi ise çok daha fazladır. Hatta düşüncelerin açıklanmasına sağladığı, kamuoyunun iktidara karşı olan tepkisini dile getirebildiği ve etkileyip bir baskı grubu olarak milletin iradesini tecelli etmesine ortam sağladığı için bir rejimin demokratik olabilmesindeki en temel sacayağıdır. Yani basının görevi sadece düşüncelerin açıklanmasıyla sınırlı değildir, zamanında gereken ayrıntıları ile ve doğru olarak, halka ulaştırılmasında kamu yararı bulunan haberleri toplayarak topluma iletmek, böylece toplumun düşünce ve kanaatler edinmesine ve kamuoyunun serbestçe oluşumunu sağlamak, kamu gücünü elinde bulunduranlar üzerinde toplumun denetim aracı olmak basının başlıca görevlerindendir.

  Demokrasi ve basın özgürlünün gelişimi hep birbiriyle paralel ilerlemiştir. En temel insan haklarından biri sayılan, haber ve bilgiye ulaşma hakkının da bir gereği olarak basın özgürlüğü  demokrasinin olmazsa olmazlarındandır. Diğer yandan halkın bir vatandaş olarak haklarını kullanabilmesi için gerekli enformasyonu sağlar. Bireyin aktif siyasete katılımı da yine medya aracılığıyla gerçekleştirilir. Yurttaşlar medya aracılığıyla olayların yorumlanmasına ve tartışmalara katılabilirler, toplumun gelişimini ve siyasal tercihlerini etkileyen tutumlar edinebilirler ve eylemlerde bulunabilirler.

  Şimdiye kadar bahsettiklerimiz sadece olması gerekenlerdi. Realiteye göz attığımızda ise pratikteki durumun bu şekilde olmadığı rahatlıkla görülecektir. Kapitalistleşmeyle birlikte büyük şirketler, holdingler ve ulus ötesi sermaye kuruluşlarının oluşturduğu güçler klasik basın özgürlüğü kavramının içini boşalttı. Her türlü medya aracı; sermaye ve bu sermayeye hakim olanların çıkarları istikametinde yönlendirilerek, önceki monarşik ya da totaliter rejimler kadar büyük bir tehlike haline dönüştü. Medya gitgide fikir özgürlüğü konusu olmaktan çıkarak, toplumun ve bireylerin bu gücün olumsuz etkilerinden korunulması  gereken bir araç haline gelmeye başladı. Sermaye çevrelerinin yani kapitalist sınıfın bir kolu olarak çalışan günümüz medyası reklamlar aracılığıyla da kapitalizme en çok kazandıran tükettirme sektörü halini aldı. Artık programlar izleyiciler için değil, izleyicileri reklamcılara pazarlamak için yapılmaya başlandı.

  Burjuva sınıfının medyayı kendi çıkarları için ne şekilde kullandığını gördük. Şimdi de demokratik sistemlerde medyanın rolüne göz atalım. Siyasal sistemler içerisinde, meşrulaştırılmasında iletişime en çok ihtiyaç duyan demokrasidir. Bunun için modern hukuk devletinde en önemli ve etkin denetim organının özgür ve bağımsız medya olduğu kabul edilir. Tabi yine realiteye baktığımızda iktidara sahip olanların medyayı, sistemin yolsuzluklarını ve demokrasiyle bağdaşmayacak otoriter tutumlarını halktan gizlemek, sisteme meşruiyet kazandırmak için kullandıkları görülür. Siyaset bilimi düşünürlerinden Louis Althusser’in ‘‘devletin ideolojik aygıtları’’ tanımlaması tam da bu noktada medyanın nasıl kullanıldığını, iktidarın oyuncağı haline neden getirildiğini en iyi şekilde anlatmaktadır. Althusser’e göre modern devlet, kitleleri itaat altına almak ve sisteme bağlılıklarını sağlamak için eskiden olduğu gibi şiddet araçları kullanmak yerine; eğitim, din, aile, sendikalar ve medya gibi aygıtlarla ideolojilerini bireye şiddetsiz ve doğal yollardan kabul ettirir.

  Ülkemizde Taksim Gezi Parkı’nda başlayan ve sonrasında dalga dalga tüm yurda yayılan direniş esnasında Türkiye ana akım medyasının tutumu, devletin ideolojik aygıtları arasında en önemlilerinden birinin medya olduğunu açıkça göstermiştir. Polis şiddetinin en yoğun yaşandığı günlerde, kendilerini temelde halka haber veren bir kimlikle tanımlayan televizyon kanalları bile alakasız yayınlar yaparak öncelikli olarak kitlelerin gerçekleri görmesine engel olmuşlardır. Ancak durum sadece gerçeklerin gizlenmesiyle sınırlı kalmamıştır. Gerçeklerin gizlenmesinin yanı sıra manipüle edilmesi de devlet ideolojisinin yayılmasında önemli bir etkendir. Nitekim Gezi Parkı olaylarında da medya kuruluşları bu şekilde çalışmış ve olaylara uzak, gerçek niteliğinden habersiz kitlelere; yapılan devlet müdahaleleri meşru ve yerinde olarak gösterilmiştir.
  Medyanın bu kadar güvensizleşip, yozlaştığı bir ortamda ise sosyal medya devreye girmiş ve bireylerin olayları her yönden görüp inceleyebildiği, farklı yorumlara ulaşabildiği, kitlesel yayınların dayattığı gündemi değil de kendi gündemini takip edebildiği bir mecra halini almıştır. Peki sosyal medya neden bu kadar popüler oldu? Bu soruyu globalleşen dünyada yalnızlaşan ve kendine olan özsaygısını yitiren insana, sosyal medyanın kendisine bir birey olduğu hissettirmesi olarak cevap verirsek yanılmış olmayız. Sosyal medya bunu nasıl yapıyor soracak olursak da, hiçleşen ve atomizeleşen insanlara, ülke siyasetine aktif müdahale ve yurttaşlık bilincine ulaşabilme şansı verdiği için şeklinde cevaplayabiliriz. Sosyal medya ile birey artık fikirlerini özgürce dile getirebiliyor ve kamuoyu oluşturarak tepkisini dile getirip, beklentilerine dönüt alabiliyor. Yine sosyal mecralar sayesinde inisiyatif yayıncılık organına değil bireyin kendisine geçiyor. Birey hem takipçi oluyor hem de yayıncı olarak kamuoyunu etkileyebiliyor.Kısacası birey artık gündemin sahibi oluyor.  

9 Mayıs 2014 Cuma

ULUSLARARASI İLİŞKİLERDE TEORİLER VE ANALİZLERİ

     
       Uluslararası ilişkiler teorisi uluslararası olayların neden meydana geldikleri gibi olguları açıklamaya çalışır.Teorisyenlerin büyük çoğunluğu egemen devletler arasındaki ilişkiler hakkında spekülasyonlarda bulunurlar. Bunların amacı devletler arasındaki karşılıklı politik etkileşim kalıplarını bulmak ve anlamaktır.[1]Bazıları ise daha da ileri giderek bu etkileşim kalıplarından geçmişteki olayları açıklayabilecek ve gelecekteki olayları öngörmelerine olanak sağlayabilecek genel prensiplere ulaşmaya çalışırlar.[2]Bu çalışma süreçleri içinde kabaca realist,liberal ve marksist olarak adlandırılan üç teorik yaklaşım öne çıkmıştır.
          
       Uluslararası politika alanında özellikle 1940’dan 1970’lere kadarki çalışmaların ağırlık noktasını oluşturan klasik realist yaklaşımda güç kavramı ve bu bağlamda ulusal güç ve insan unsuru merkezi bir öneme sahip olmuştur. Realizm,devleti uluslararası ilişkilerin temel aktörü olarak kabul ederek,uluslararası ilişkiler ve uluslararası politikayı devletler arasındaki mücadele süreci olarak görmektedir.Devletin yekpare ve bütüncül bir aktör olduğunu varsayan realistler devlet içi dinamikleri göz ardı etmektedir.Konular arasında hiyerarşi gözeterek askeri ve güvenlik konularına öncelik veren realist teoriler için güç uluslararası ilişkileri anlamada en temel kavramdır.Uluslararası istikrarın sağlanması ve anlaşmazlıkların çözülmesi de gücün kullanımıyla ilişkilendirilmektedir.[3]Aynı zamanda realistler,uluslararası sistemde devletlerin dışında başka aktörler olup olmadığı üzerinde durmaz. Uluslararası örgütler, ulusal ve uluslararası sivil toplum kuruluşları veya medya kuruluşlarının rolü dikkate alınmaz.BM ve NATO gibi uluslararası örgütleri devletlerden ayrı bir varlıkları olmadığı için uluslararası sistemde egemen aktör olarak ele almazlar.Keohane’a göre,devletler dünya politika yapılan ortamında tek rasyonel aktördür ve bu rasyonelliği kullanarak kendi karını maksimize etmeye çalışmaktadır. Güç konusunda ise yazarın görüşü şu şekildedir,devletler güç elde etmek için hareket ederler ve kendi çıkarlarını bu gücü elde etmek için bir araya toplarlar.[4]Realistlere göre uluslararası ilişkilerin ana gündemini ulusal güvenlik konuları oluşturmaktadır.Realistler için devletin varlığını sürdürmeye ilişkin olan ulusal güvenlik konusu yüksek politika ticari, mali,parasal,sağlıkla ilgili konular ise alçak politika olarak nitelendirilir. Devletlerin çıkarlarına ulaşmak için kullanacakları temel unsur güçtür.Bu nedenle genelde realistler için güç mücadelesi,uluslararası ilişkilerin temelini oluşturmaktadır.
        
    Realizmin en güçlü olduğu dönem ise I.Dünya Savaşı sırasında ve sonradan oluşan,1930'lardan itibaren gelişme gösteren dünyadaki politik kargaşa, ve bu kargaşalar sonucunda  çeşitli ülkelerde diktatörlerin hızla yönetimi ele  geçirmeleri bunun sonucunda ortaya çıkan II.Dünya Savaşı ve Uluslararası bir örgüt olan Milletler Cemiyeti'nin uluslararası gelişmeler karşısındaki etkisizliği,yaygın kanı olan  idealistlerin yanılmış olduklarını gösteriyordu.Bireyler doğası gereği ne mükemmeldiler, ne de mükemmelleştirilebilirlerdi.II.Dünya Savaşı’ndan sonra çeşitli ülkelerde çıkan ‘Vatandaşlık Krizleri’ Ahlakın uluslararası ilişkiler uygulamalarında olmadığını göstermiştir. Milletler Cemiyeti’nin etkisizliği ise,devletlerin uluslararası sistemde tek egemen aktör olduğunu göstermiştir. Genellikle askeri güçle özdeşleştirilen "güç" ulus-devletlerin aralarındaki ilişkilerde tek  olarak görülmeye başladı. Bu bağlamda güç politikalarının kaçınılmaz oldukları kabul edilmişti.Realizm uluslararası uyuşmazlıkları açıklamak ve anlamak için günümüzde hala ikna edici bir kuram olarak varlığını sürdürmektedir.

     Günümüzde realizm eskiye nazaran gücünü kaybetmiştir.Bugün realizm çeşitli noktalarda eleştirilmektedir.İlk olarak realizmin uluslararası ortamı bir kaos olarak sunması eleştirilmekte,belli dönemlerde bu varsayımın geçerliliğini yitirdiği savunulmaktadır.Öte yandan,kaosu ve devletlerin bireysel güç maksimizasyonu temel alan bir teorik yaklaşımın uluslararası kriz anlarında geleceği öngörme kapasitesinin çok düşük olduğundan bahsedilmektedir.Dünya siyasetinde devletlerin belirleyici aktörler olarak kabul edilmesinin sert gücü öne çıkardığı,özellikle uzun süreli barış dönemlerinde ise yumuşak gücün,dolayısıyla devlet-dışı aktörlerin daha fazla ön plana çıktığı da telaffuz edilen eleştiriler arasındadır.Devletlere yapılan vurgu,çağa damgasını vuran uluslararası örgütler,siyasal partiler, bu partilerin karizmatik liderleri,birey faktörü ve yeni toplumsal hareketler gibi dikkate alınması gereken faktörlerin de arka planda görülmesi,realizmi günümüz koşullarında zayıf gösteren en önemli noktalardan biridir.[5]Günümüzde oluşan ekonomik iş birlikleri realizm açıklayamamaktadır.Mesela günümüz Amerika-Çin ilişkisi göz önünde bulundurulduğunda,bu ülkelerin iş birliğini bozmak istemesi iki ülkede de ciddi krizler doğurur.

   Klasik liberal teoride birey temel analiz birimi olarak alınırken, liberal uluslararası ilişkiler teorisinde hem analiz birimi sadece birey değildir hem de analiz düzeyi olarak plüralist bir yaklaşım benimsenerek,uluslararası ilişkiler ve devletin dış politikası birey, ulusal baskı grupları, devleti uluslararası örgütler ve uluslaraşırı  örgütlenmeler düzeyinde (yani aktör düzeyinde) analiz edilmektedir.[6]Devletler arası kurumsal  ilişkilerin sadece ‘rejimler’ arasındaki hukuksal ve uluslararası ilişkiler olmadığını,bunların daha ziyade belli durumlarda birbiriyle temas eden değer ve norm sistemleri olduğunu ifade etmişlerdir.[7]Liberalizm taraftarlarına göre;sistem dâhilinde işbirliği ve ittifak anlayışı beraberinde güç paylaşımını getirebilecektir. Realizme kıyasla çok daha ılımlı bir yapıya sahip olan liberalizm, işbirliğini ve çoğulculuğu savunmaktadır. Kant da Montesquieu ve Voltaire gibi savaşları önlemek için mutlakiyetçi yönetimlere son verilmesi ve tüm dünyada demokratik ideallerin ve halk egemenliğinin geçerli hale gelmesi gerektiğini savundu.Uluslararası ilişkilerin görünürde egemen devletler arası ilişkiler gibi görülse bile devletin soyut bireyin somut varlıklar olduğuna işaret ederek bireyi esas alan uluslararası toplum anlayışını geliştirdi.[8]Bireyin çıkarlarının sistemin dinamiklerini oluşturduğunu belirtmektedir. Liberalizm, dünya barışının serbest piyasa ekonomisi kurallarının geçerli olduğu bir sistemde mümkün olabileceğini iddia etmiştir.Ayrıca liberalizme göre demokratik olan devletler asla birbirleriyle savaşmazlar.(Demokratik Barış Kuramı).Ekonomik ilişkiler devletleri ortak menfaatlere sahip aktörler haline getirmektedir.Montesquieu barışı, uluslararası ticaretin doğal bir sonucu olarak değerlendirmiş, aralarında bağımlılık bulunan devletlerin birbiriyle savaşmayacağını farz etmiştir.[9]Oneal, Russett ve Berbaum’un ilgili çalışması, ekonomik alandaki karşılıklı bağımlılığın herhangi iki ülke arasındaki çatışma ihtimalini %43 oranında düşürdüğünü göstermektedir.[10]Ancak ekonomik alandaki karşılıklı bağımlılığın daha çok liberal rejimler arasında barışın korunmasına hizmet ettiği görülmektedir.[11]
I.Dünya Savaşı sırasında ve sonradan oluşan,1930'lardan itibaren gelişme gösteren dünyadaki politik kargaşa, ve bu kargaşalar sonucunda  çeşitli ülkelerde diktatörlerin hızla yönetimi ele  geçirmeleri bunun sonucunda ortaya çıkan II.Dünya Savaşı ve Uluslararası bir örgüt olan Milletler Cemiyeti'nin uluslararası gelişmeler karşısındaki etkisizliği,yaygın liberal görüşü zayıflatmıştır.
         
   Liberalizmin zayıf yönlerini belirtmek gerekirse;ilk olarak liberal demokrasiye sahip olmayan ülkeler arası ilişkilerin tam olarak belirlenememesi ve liberalizmin insanı liberal demokrasi dışında barış ortamında yaşayabileceği bir durumu –ki bu durumun örnekleri vardır.-açıklamakta eksik kaldığı görülmektedir.Liberal demokrasi evrensel değildir,Avrupa-merkezli bir oluşumdur.Avrupa-merkezli bir oluşumla tüm evreni açıklaması da beklenemez.Demokratik barış kuramına gelindiğinde ise,bu kuramda batı merkezcidir aynı zamanda dışlamacıdır.Mesela demokratik olmayan siyasal sistemleri göz ardı etmişlerdir.Yine aynı şekilde Batı Avrupa’daki II. Dünya Savaşı sonrası hüküm süren barış ortamını, ABD faktörü olmadan, sadece demokratik değer ve kurumların kazanım ve istikrarıyla açıklamak mümkün değildir.[12]

     Uluslararası sistemi ekonomik kavramlarla açıklamaya çalışan Marksistlere göre, modern dünya sistemi olarak tanımlanan uluslararası sistemin temel özelliği,kapitalist olması ve Merkez ve Periferi (Çevre) olmak üzere esas olarak iki gruba ayrılmasıdır.Merkezde zengin ülkeler yer alırken,Periferide yer alan ülkeler daha yoksul ülkelerdir.Bu iki grup ülke arasındaki ilişki global iş bölümünün kurallarınca belirlenmektedir.Bu yapı içerisinde yoksul ülkelerin sürekli olarak zengin ülkelere doğru bir artı değer transferi söz konusu olduğundan,zenginler daha zengin olurken yoksullar daha da yoksullaşmaktadır.Marksistlere göre bu adaletsiz gelir yaklaşık dört yüzyıldır devam etmektedir.[13] Bu sistemin devamlılığını nasıl sürdürdüğü konusunda ise çeşitli görüşler bulunmaktadır.Bunlardan biri ise Marksistler bu sistemin hem uluslararası hem de ulusal ölçekte geçerli olduğunu,her çevre ülkenin kendi merkezi ve çevresi olduğunu dolayısıyla kendisi kapitalleşen çevre ülkenin çevresindeki sömürünün katmerli olduğunu ifade etmiştir.[14]Ayrıca Galtung’un emperyalizm teorisi ise merkezin merkezinin, çevrenin merkeziyle işbirliği halinde hem kendi çevresini hem de çevrenin çevresini sömürerek yüksek oranda artı değer transfer ettiğini ortaya koymuştur.Bu konuda diğer bir görüş ise Wallerstein’in dünya sisteminde merkez ve çevre ülkeler arasındaki yarı-çevre ülkelerin bulunması ve zaman zaman çevre ülkelerdeki yarı-çevreleşme ile ülkelerinde oluşacak bir rahatlıkla sınıf mücadelesinin mutedil boyutta devam edeceğinden sistemin devamlılığını sağlayacaktır.Marksist paradigmanın temel varsayımlarından  hareket eden bu emperyalizm teorileri uluslararası ve olayları siyasal güçten ziyade ekonomik getiriye dayandırılır.Marksistler uluslararası sistemi kapitalist üretim tarzının şekillendirdiği bir yapı olarak görürler.Çoğu Marksist kuramcı emperyalizmi kapitalizmin gelişim sürecindeki son aşama olarak görmektedir.Yine Marksistlere göre,dünya politikasında hiyerarşik yapısı ve kapitalist dünya sistemi sürdükçe gelişmiş kuzey ülkelerinin az gelişmiş kuzey ülkelerinin az gelişmiş yoksul ülkeler üzerindeki hegemonik etkileri devam edeceğinden,sanayileşmiş ülkelerin gerek sistemin işleyişine gerekse tek taraflı olarak Üçüncü Dünya ülkeleri lehine anlamlı tavizlerde bulunacakları beklenmemektedir.[15]
      
     Marksizme yöneltilen eleştirilerde ekonomik verilerin etkisinin aşırı abartıldığı üzerinde durulmaktadır.Bu kabul edilirse yüzyıllardır uluslararası ilişkiler alanındaki düşünce birikimini yok saymak gerekir.Diğer taraftan Marksistler periferi ülkelerdeki az gelişmişlik sorunu analiz edilirken tamamen uluslararası faktörlere (kapitalist dünya sistemi) dayandırılmakta içsel değişkenlerin önemi belirsizleşmektedir.Katı bir bağımlılık tezi,az gelişmiş Üçüncü Dünya ülkelerindeki geri kalmışlığın suçunu bütünüyle sanayileşmiş ülkelere yüklemektedir.[16]Ekonomik gelişmenin sağlanamamasında iç faktörlerin göz arda edilmiş olması da marksizmin zayıf yönlerinden bir tanesidir.Diğer bir taraftan Marksistler,Üçüncü Dünya ülkelerindeki gelişmeleri görmezlikten geldikleri için de eleştirilmektedir.Örneğin Venezuella,Brezilya,Singapur ve Güney Kore gibi ülkeler ayrıca bir Kuzey Amerika ya da Avrupa ülkesi olmayan Japonya’nın gösterdiği başarının kaydedilmesi gerekmektedir.Bu ülkeler bu yapı içinde bulundukları halde yoksulluktan nasıl kurtuldular?Marksist kuram bu durumu açıklamada yetersiz kalmaktadır.[17]Ayrıca kapitalist dünya sistemi teorisine yöneltilen eleştirilerde teorinin dünya sistemini kapitalist olarak kabul ederken,Doğu Avrupa,SSCB ve Çin Halk Cumhuriyeti gibi sosyalist ülkelerin durumunu göz ardı etmektedir.Bu ülkelerin bir kısmının aynı zamanda sanayi ülkeleri olduğu da düşünüldüğünde bunların Periferi ülkeler mi yoksa Merkez ülkeler olarak mı düşünüleceğini de bu Marksist teoride yeterince açıklanamamıştır.[18]
          
     Bu yazıda da belli olduğu  gibi uluslararası ilişkiler teorisyenleri uluslararası politika hakkında farklı görüşlere sahip olmuşlardır.Bu farklı görüşleri güçlü ve zayıf yönlerini ve bu doğrultuda gelen eleştirilere yer verdim.Ama yine de uluslararası sisteme egemen olan sistemin kapitalist sistem olduğundan dolayı eksik birkaç noktası olmasına rağmen kapitalizmin en iyi ve kapsamlı eleştirisini yapan Marksist kuramın günümüzde uluslararası sistemi diğer kuramlara göre daha iyi açıkladığını düşünüyorum.

KAYNAKÇA

[1]  D.Puchala,International Politics Today(New York: Mead, 1971), s.I

[2]  K.N.Waltz, Theory or International Politics(New York:Random House,1979),   s. 1-3

[3] Tayyar Arı,Uluslararası İlişkilere Giriş (MKM Yayınları 2010) s.22

[4]   DONNELLY, Jack, ibid , 2000, s. 7.

[5] Cengiz Çağla,Siyaset Bilimine Giriş (OMNİA Yayınları 2010) s.330

[6] www.kisiseldepresyonanlari.com/2010/12/30/uluslararasi-iliskiler-teorileri-tayyar-ari-7

[7] Cengiz Çağla,Siyaset Bilimine Giriş (OMNİA Yayınları 2010) s.333

[8] Tayyar Arı,Uluslararası İlişkilere Giriş (MKM Yayınları 2010) s.29

[9] 5 Robert Howse, “Montesquieu On Commerce, Conquest, War, and Peace,” Brooklyn  Journal of International Law 33 1 (2006): 693-694

[10] 6John R. Oneal, Bruce Russett ve Micheal L. Berbaum, “Causes of Peace: Democracy,Interdependence, and International Organizations, 1885-1992,” International Studies Quarterly 47 3 (2003): 373

[11] Andrew Moravscik, “Taking Preferences Seriously: A Liberal Theory of International 
Politics,”International Organization  51 4 (1997): 534

[12]  İİbf Erciyes Dergisi Sayı 40 - s 15.

[13]  (Krutsen,1992;236)

[14]  Cengiz Çağla,Siyaset Bilimine Giriş (OMNİA Yayınları 2010) s.336

[15] Tayyar Arı,Uluslararası İlişkilere Giriş (MKM Yayınları 2010 ) s.34

[16] Tayyar Arı Uluslararası İlişkiler Teorileri Çatışma,Hegemonya,İşbirliği (ALFA Yayınları 2002) s.275

[17] Tayyar Arı Uluslararası İlişkiler Teorileri Çatışma,Hegemonya,İşbirliği (ALFA Yayınları 2002) s.287

[18]  Tayyar Arı Uluslararası İlişkiler Teorileri Çatışma,Hegemonya,İşbirliği (ALFA Yayınları 2002) s.307